Yeni Kamusal Alan Diziler mi?
Diziler neden birdenbire gündem belirlemenin ana kaynağı oldu?
Ben değil, iç seslerim soruyor…
Diyor ki; gazetecisi, siyasetçisi, edebiyatçısı, sosyoloğu, psikoloğu herkes nasıl oldu da gündemdeki diziler üzerinden toplumsal meseleleri tartışır oldu?
Neden bir gazeteci veya bir köşe yazarı her gün, her hafta, her yayında, her yazısında veya YouTube kanalında neredeyse dizinin tanıtım bültenine dönecek şekilde diziden bahsediyor?
Neden tek amacı reyting kaygısı olan televizyon dizileri üzerinden toplumsal meseleleri tartışır olduk?
Dizilere konu olmadan bu sorunların varlığından haberdar değil miydik?
Kadına yönelik şiddeti,
Kadın cinayetlerini,
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini,
Tarikatlerin, cemaatlerin çocuklarımızı alıp zehirlediğini,
Dinin siyasete alet edildiğini,
Dinin toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren bir unsur haline getirildiğini,
“Dindar ve kindar” bir toplum inşa edildiğini,
Eğitim kurumlarının niteliksizleştirildiğini,
Devlet okullarının eğitim kalitesini sıfıra indirerek, insanların özel okullara mahkum edildiğini,
Ancak parası olanın bile en temel düzeyde eğitime ulaşmakta zorlandığını,
….
Beni durdurmazsanız bu liste böyle uzar gider!
Yani sözün özü, biz bütün bu sorunları dizilerden önce bilmiyor muyduk?
Tartışmıyor muyduk?
Yoksa yeni tartışma alanımız yani yeni kamusal alanımız diziler mi?
*****
İletişim akademisinde olanlar Sosyolog ve Siyaset Bilimci Jürgen Habermas’ı ve onun temellendirdiği “kamusal alan (public sphere)” kavramını bilirler.
Bilmeyenler için de ben, konuyu aydınlatma niyetine çok da sıkıcı olmadan kısa bir özet geçeyim:
Habermas’ın “kamusal alan” olarak ifade ettiği şey, halkın bir araya gelerek, karşılıklı bir konuşma-tartışma alanı yarattığı, toplumsal sorunları kamusal bir alanda tartışabildiği ve bu sorunlara çözümler üretebildiği ya da çözüm önerilerinin tartışıldığı yerlerdir.
Habermas’tan bir alıntıyla aktarmak gerekirse:
‘Kamusal alan’ kavramıyla, her şeyden önce, toplumsal yaşamımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulabildiği bir alanı kastederiz. Bu alana tüm yurttaşların erişmesi garanti altına alınmıştır. Özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur.
Bu tür bir biraradalık durumundaki bireylerin davranışları ne iş ve meslek sahiplerinin özel işlerini görürken yaptıkları davranışlara; ne de bir devlet bürokrasisinin yasal sınırlarına tabi anayasal bir düzenin üyelerinin davranışlarına benzer. Yurttaşlar ancak, genel yarara ilişkin meseleler hakkında kısıtlanmamış bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiş olarak tartışabildiklerinde kamusal bir gövde biçiminde davranmış olurlar. Bu tür bir iletişimin daha genel bir kamusal gövde içinde gerçekleşmesi, bilginin muhataplarına aktarılmasını ve onların etkilenmesini mümkün kılacak özgül araçları gerektirir. Günümüzde gazeteler, dergiler, radyo ve televizyon kamusal alanın iletişim araçlarıdır.
(Habermas, 2004:95).
Yani bu alanların varlıkları kadar, yurttaşların özgürce bu alanlara ulaşabilmeleri ve bu alanlarda kısıtlanmadan özgürce konuşabilmeleri, tartışabilmeleri de önemlidir.
Habermas kavrama yönelik tarihsel değerlendirmeler yapar ve özel alan ile kamusal alan ayrımını ortaya koyar.
Aynı alanda, aynı konulara kafa yormuş farklı düşünürlerin, farklı fikirleri de mevcuttur elbette. İlgilisine öneri olarak Hannah Arendt ve Richard Sennett isimlerini buraya bırakıp sıkıcı olmanın eşiğinden dönerek akademik alandan çıkalım bnece…
Şimdi günümüze ve kendi toplumsal yapımıza döndüğümde, ben Habermas’ın işaret ettiği bir kamusal alan göremiyorum. Hele ki medyanın böyle bir alan olduğunu söylemeye niyet etmek bile Tanrı korusun, beni günahkar eyler…
Vakti zamanında olanların da siyasal ve toplumsal baskılarla ciddi tahribatlar aldığını düşünüyorum.
Benim çocukluğuma denk gelen siyasi arenaların, tartışma programlarının varlığından söz edilir, meslek büyüklerimizce… Ucundan, kıyısından parçalı bir şekilde hatırlıyorum ben de. İktidarın baskısına rağmen, tam anlamıyla özgür bir tartışma ortamı yaratılamamasına rağmen günümüzden bakınca, o günlerin medyanın “Lale Devri” olarak değerlendirilmesi pek de yanlış değil herhalde (?)
Yine de nostalji romantizmine kaymaktan imtina ederek, dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmek gerektiğinin de altını çizeyim…
En azından içinde bulunduğumuz döneme baktığımda, demokratik bir tartışma alanı; bireylerin tahakkümsüz bir şekilde fikirlerini özgürce ifade edebildikleri, fikirlerinden ötürü yargılanmadıkları, cezalandırılmadıkları ya da ötekileştirilmedikleri bir iletişim alanı göremiyorum.
Bazı yeni dönem akademik çalışmalar, medyanın değişip dönüşen yapısı içinde kamusal alanların da değiştiğine ve sosyal medya platformlarının birer kamusal alan olma potansiyeline işaret ediyor.
Bu teorilere bazı açılardan katılıyorum, bazı açılardan katılmıyorum. Evet, teknolojinin gelişmesiyle birlikte dijital medya araçları çoğaldı, iletişim yöntemlerimiz gelişti ve çeşitlendi. Ve bu çeşitlilik içinde, bireyler kendilerini ifade etme imkanı buldular. Bir platform kapansa, çok geçmeden başka bir iletişim kanalı yakalayabildiler.
Ama dijital medyanın bireye sınırsız özgürlükler sunduğunu düşünmek de dostu üzer. Sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklananları, gözaltına alınanları saymaya kalksam buradan Fizan’a demiryolu olur.
Baskı, baskıdır. Geleneksel medyada sana baskı uygulayan sistem dijital medyada da at koşturmana müsade etmez.
Tabi ki hiç bir şey, değişim döngüsünden azade değil ve değişen koşullara göre ifade özgürlüğü için mücadele alanları da yöntemleri de değişiyor.
Elimizin incir topladığını söylemiyorum yani.
Ve bu arada, belki de bu alanların daralması ve kısıtlanması nedeniyle dizilerde -baharat etkisi yaratacak kadar bile olsa- bu konulara değinilince üzerinde uzun uzun tartışma iştahı yaratıyor olabilir. Ama medyanın iktidarla ilişkisi ortada! İster baskıdan deyin, ister maddi-manevi ceza kaygısından, televizyon kanalları özgür bir fikir alışverişi için uygun bir araç değiller. Televizyon bir tüketim aracıdır. Haber kanalı bile olsa, birincil derdi reytingdir. Yanılıyor muyum?
Bir arkadaşımla bu konuyu tartışırken dedi ki “televizyon dizilerinin bu konulara temas etmesi önemli ama?”
Tamam amenna, önemli tabi ki. Dikkat çekmeye çalıştığım şey, zaten “neden diziler bu konulara değiniyor” kısmı değil. Dikkat çekmeye çalıştığım şey; neden televizyon kanalları izleyicinin yumuşak karnını farkederek bu hassasiyeti kullanıyor ve bizler izleyici olarak bunu fark etmiyoruz. Fark etmek şöyle dursun, nasıl bu kadar masum ve bu kadar romantik bir yerden yaklaşabiliyoruz?
Çok şükür televizyonla her daim mesafeli bir ilişkim oldu. Ama bu diziler çok tartışılınca, televizyon izlemesem de her yerde karşıma çıkar oldu. Radarıma takılan bir-iki tanesini izlemeye başladım. Baya böyle on bölüm falan izledim. Ve hissettiğim şey şu oldu:
İlk bölümlerde tam izleyiciyi yakalayacak tonda; çok güzel, çok çarpıcı, doğru yerlerden, izleyicinin duymak istediği repliklerle, tabiri caizse toplumun sinir uçlarına dokunarak konuları ele alıyorlar…
Üç-beş bölüm sonra bakıyorsun aaa Çarşı yine karışmış! Olay yine çalkantılı aşk üçgenlerine, osurruktan düşmanlar yaratan ve her an dosta evrilmesi muhtemel düşmanlarla apır sapır kavgalardan oluşan hikayelere dönüşmüş.
Sonra anlıyorsun ki, haa bu da diğerleri gibi “önemli bir toplumsal sorun” sosuna batırılmış bir hikaye…
Neyse çok uzattım. Son söz niyetine şunu söyleyeyim:
Mutlak bir doğru değil elbette ortaya koymaya çalıştığım şey,
Sadece kişisel bir fikir. Fikir Gazetesi’nde 🙂
Ben gazeteciyim kardeşim. İlk yapmam gereken şey soru sormak ama doğru soruları sormak.
İkincisi de her şeye şüpheyle yaklaşmak, şüphe kaslarımı geliştirmek…
Bir tartışma yaratması ümidiyle.
Sağlıcakla kalın…
Bu yazı, 10.05.2024 tarihinde Fikir Gazetesi’nde yayımlanmıştır.