TOP

Herkesin reçetesi başkasının cebinde

Geçenlerde Kitap-Konuk-Kahve programımda konuğum Yazar Hakan Bıçakcı’ydı. Çok hoş sohbet, muhabbetine doyulmaz biridir kendisi. Sohbetin bir yerinde bir film repliğinden alıntı yaparak “ortam çok gergin, okurdan çok yazar var” dedi. Konuştuğumuz konuya da tam denk düşünce çok güldük bu lafa.

Hangi filmden bahsettiğini kendi de hatırlamadığı için adını yazamıyorum. Arama motoru birkaç komik karikatür görseli sundu. Chat GPT de bin türlü bilgi verince yoruldum aramaktan. Neyse canım! Sanki söylesem hemen oturup izleyeceksiniz 🙂

Ben şimdi bu lafı bana aktaran Hakan Bıçakcı’dan çalarak “ortam çok gergin, sorundan çok çözüm var” diyorum…

Ne demek istediğimi açıklayabilmek için biraz daha geriye gitmem gerekecek sanırım.

***

Son birkaç yıldır toplumca depresyondaki bir panda gibi yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlanıyoruz… Başımıza gelmeyen kalmadığı için bir türlü depresyonumuz da bitmiyor. Doğal felaketler bir yana, tepemizdeki “felaket” bir yana…

Daldan dala sallanıyor, baş aşağı boşluğa bırakıyoruz kendimizi, yok olmuyor.

Hiç bir şey, çare olmuyor.

Oradan oraya postumuzu yuvarlayıp duruyoruz…

Toplumsal psikolojimizin bitmeyen panik atak hali, hanemize kaygı bozukluğu, duygu durum bozukluğu, bipolar bozukluk, obsesif kompulsif bozukluk (OKB), majör depresyon ve Tanrı korusun belki de borderline olarak yazılıyor.

Gördüğünüz gibi hepsine de aşınayız.

Çünkü hepimiz kendi payımıza düşen çeşidini alıyoruz.

Hepimiz manik depresif, hepimiz anksiyetik tipler olduk çıktık.

En sağlıklı olanımız bile bir süre sonra sürüye dahil oluyor, daha fazla direnemiyor.

E çünkü sağlıklı birey, sağlıklı toplumda bulunuyor.

Sosyal psikoloji veya bu konuda uzman psikologlar konuya içkin ne der bilemiyorum ama psikolojik rahatsızların bu kadar ayyuka çıkması ve kitlesel bir hal alması endişe verici.

Böyle söyleyince Covid 19 pandemi süreci aklıma geldi. Belki de birçok şey o dönemde patlak verdi. Ama neyse ki bir aşı (çare) üretilmesini beklemek zorunda değiliz. Tanrıya şükür Psikoloji diye bir şey icat edilmiş, hem de yüzyıllar öncesinde. Sırtımızı bilime yaslayabilir, bir psikoloğun rahatsız deri koltuğunda anksiyetemizle baş etmenin yollarını arayabiliriz.

Fakat işin o kısmında da başka bir şeye tosluyoruz. Çok azımız psikologlara yatırım yapacak kadar kazanıyor. Ve tahmin edersiniz ki psikologlara ihtiyaç duyuldukça, psikolojik danışmanlık döviz kuru gibi, her geçen gün yükselişe geçiyor.

Eskiden, psikologlar “deli doktoru” damgası yüzünden doğru düzgün para kazanamazdı. Çünkü kimse gitmezdi. Giden de gizlemek zorunda hissederdi.

(50 yaşında gibi konuşmaya başladım yine 🙂

Şimdi onların torunları bizden çıkarıyor acısını.

Gecikmiş bir hesaplaşmanın bedelini ödemek de bize düşüyor.

Psikologlar pahalı, ucuzu da ameliyat sırasında makas unutuyor içeride.

Hal böyle olunca herkes kendi başının çaresine bakabilmek için başka yerlerde çözüm arıyor.

Kimi, hayatında bir kere bile yoga yapmadığı halde, sosyal medyada önüne düşen yoga kampı duyurusuna “ruhsal arınma” vaadiyle çoşkun bir kredi kartı ekstresi bırakıyor.

Kimi, son zamanlarda özellikle “ünlüler”den gördüğümüz, geceliği bilmem kaç bin tl olan karanlık bir kulübede, yemeden-içmeden saatlerce kalarak “içindeki kaynağı hissetmeyi” umuyor.

Kimi bildik yöntemlerden vazgeçmiyor, yine alışveriş paketlerine ertesi güne tükenecek “yenilik tutkusu” dolduruyor.

Kimi sosyal medyanın bitmez tükenmez trend’leri arasında kayboluyor. Birgün “küçük dokunuşlar” kampanyasının peşinden gidiyor, botokslar dolgular havada uçuşuyor. Sonra bir bakıyor herkes aynı model, herkes aynı Instagram filtresi.

Canı sıkılıyor… Sonra “güzelliğiniz, doğallığınız” kampanyasına denk geliyor. Hobaaa, n’olacak şimdi bu küçük dokunuşlar?

Kimi hayatında değişiklik yapmaya cesaret edemediği için ya da güç yetiremediği için giyim tarzını ya da saç modelini değiştiriyor.

Çok sevdiğim Fleabag dizisindeki Claire, hayatında çok radikal değişiklikler yapması gereken bir dönemde ama bu değişiklikler için adım atmaya cesaret edemiyor bir türlü. Sonra kuaföre gidip saçlarını çok farklı bir tarzda kestiriyor. Sonuçtan memnun olmayınca kuaförüyle bir tartışma yaşıyor. Kuaför de ona şöyle diyor: “Hayatını değiştirmek istiyorsan, hayatını değiştir. Ama burada değiştiremezsin.”

***

Bu geçici ve yanıltıcı çözümlerle iyilik halimiz uzun sürmüyor tabi.

Ama bu “iyilik hali” arayışı sürdükçe de krizi fırsata çevirmeye hevesli, bilmem neyin uzmanı, bilmem neyin mezunu “sahte hocalar, uzmanlar, doktorlar” arasında oradan oraya savruluyoruz.

Herkes “yaşam koçu” herkes bir şeylerin uzmanı, herkesin her konuda bir bildiği, bir bilgisi var. Ve bu “bilgi bombardımanı” arasında, hangisinin bize uyup uymadığını düşünmeden, her duyduğumuzu/gördüğümüzü deniyoruz.

Tutarsız ve yetersiz  deneylerin gönüllü denekleri gibiyiz…

Herkes başka bir yerden, sentetik bir reçete uzatıyor ve biz “pasif agresif” bir hezeyan içinde “en doğru çözümü” bulduğumuza inanarak o şeye tutunuyoruz. Ama bu inanış çok sürmüyor. Çünkü hemen ertesi gün başka bir şey uyduruyorlar.

Tam doğru merhemi bulduğumuza inanıyoruz ve tedaviyi uygulamaya koyuluyoruz. Yeni çıkan başka bir “merhem” aklımızı çeliyor…

Bir gün, glutenden uzak durmamız gerektiği söyleniyor. Ertesi gün glutensiz beslenmenin mümkün olmadığı…

Bir gün az uyumanın zihni açtığı söylenirken, ertesi gün yetersiz uykunun “kardiyovasküler hastalık” (ne demekse artık) riskini arttırdığı tehlikesine karşı uyarılıyoruz.

Yoga yapmaya karar verdiğimiz anda, meditasyon güzellemeleri etrafımızı sarıyor.

Daha meditasyon kampındaki “paylaşım çemberi”nden kurtalamamışken kendimizi doğanın içinde toplu bir “ağlama seansı” içinde buluyoruz.

Yalnız kalmayı öğrenmeye niyet ediyoruz, daha ilk yalnız günümüzde “yalnızlık depresyona neden olur” diyen kalabalıklara çarpıyoruz.

Çocukluğumuza inip acılarımızı dindirmeyi umut ederken, sadece çocukluğumuzun değil bilmem kaç kuşak atalarımızın acılarının da peşimizden sürüklendiğini öğreniyoruz.   

Minimalist yaşamayı deniyoruz bir gün, fazlalıklarımızdan kurtuluyoruz. Ertesi gün kurtulduğumuz her şeye ihtiyaç duyuyoruz.

İlişki eksperi biri çıkıp şüpheye düştüğümüz, sorguladığımız ilişkiyi hemen bittirmemiz gerektiğini söylüyor. Bi’ gaza gelip ilişkimizi bitiriyoruz. Ertesi gün ikili ilişkilerimizde yeterince çaba sarf etmediğimiz, hemen bitirmeye yeltendiğimiz için suçlanıyoruz.    

Sürekli birileri bize, ne yapmamız/nasıl yapmamız gerektiğini söylüyor. Ve biz de hepsine kulak veriyoruz. Geçen gün “nasıl doğru su içilir?” gibi bir videoya denk geldim. Şaka değil, ciddi söylüyorum. İş gittikçe çığrından çıktı.

Yani anlayacağınız ortam çok gergin, sorundan çok çözüm var 🙂

Ve biz, sınırsız ihtimaller denizinde acemi yüzücüler gibi çok enerji tüketerek az yol katediyoruz, belki de tersine yüzüyoruz.

Başkalarının reçetelerini uyguladıkça, doğru bilginin asıl kaynağından, kendimizden uzaklaşıyoruz. Oysa bıraksalar ne yiyip-yemeyeceğimizi, ne kadar uyuyacağımızı, ne zaman ayrılacağımızı, ne zaman affedeceğimizi, neyi unutup neyi hatırlamamız gerektiğini, bize neyin iyi gelip neyin gelmeyeceğini en iyi biz biliriz.

Bıraksalar, kendimizden bu kadar uzaklaştırmasalar, kafamızı bu kadar karıştırmasalar merhemin elimizde olduğunu göreceğiz belki de.

Ama yoook! Herkes, her şeyin en iyisini biliyor. Herkesin “çok parlak” bi fikri var. Herkes “yeni bir şey” öğretmek istiyor. Herkes tavsiye vermeye programlı. Ve bu “görev aşkı” öyle bir çığrından çıktı ki bildiklerimizi de bize unutturdular. En basit ihtiyaçlarımız için bile bin türlü video izlemek zorunda hissediyoruz. Çünkü bilmediğimizi düşünüyoruz.

Çünkü bilmediğimize inandırıldık.

O yüzden de artık her konuda bir reçeteye ihtiyaç duyuyoruz.

Ama sorun şu ki,

Herkesin reçetesi başkasının cebinde! 

Bu yazı, 27.05.2024 tarihinde Fikir Gazetesi’nde yayımlanmıştır.