Yaşamın ve ölümün sureti bir ağaç
Bu ağacı ilk gördüğümde bi yanı yaşam bi yanı ölüm dedim ve durdum izledim, heybetli silüetinde ölümü ve yaşamı… Birbirine karışmış, iç içe geçmiş ölümün ve yaşamın, bir o kadar ayrı duran halini…
Uzaktan izleyince akla kara gibi keskin ayrılmış gibi duran ölüm ve yaşam; yakınlaştıkça birbirine karışmış yapraklarıyla, iç içe geçmiş dallarıyla ve en nihayetinde tek bir gövdede kök salmış haliyle bir bütündü işte. Bir bütün ki bir eliyle yaşamın en yeşil, en canlı halini sunarken öbür eliyle de ölümü gösteriyordu; kupkuru, cansız ve renksiz. Çok az insanın gerçekleşmesini istediği vaat gibi, elbet bi gün geleceği bilinen ama karşılamaya hiç hazır olmadığımız bir misafir gibi, toprak gibi, karanlık gibi… Yaşamdan ayrı ama yanıbaşında. Hep kendini hatırlatan ama yine de sıklıkla unutulan, yine de soluğu ensemizde, tetikte… Çok uzakta ama sanki adı anılsa hemen gelecek olan, belki de bu sebeple bahsi açıldığında ürküten “nerden çıktı şimdi bunları konuşmak” dedirten, bahsi hiç açılsın istenmeyen…
Korkulan…
Korkutan…
Sahi ölümle en çok bütünleşen duygu değil midir korku? Bi şeyden fena halde korkuyoruz ama nedir o korkulan? Bana kalırsa bilinmezlik? Bilmediğimiz bi yere gitmekten, bilmediğimiz bişeyin başımıza gelmesinden, bilmediğimiz bişeye dönüşmekten…
Biz hiç olmaktan korkuyoruz, hiç oluyoruz, hiç bişeye benzemeyen…
Yok oluyoruz, bi sihirbazın el çabukluğuyla yok etmesi gibi, az önce buradaydık oysaki. Ama daha şimdi… Vardık ve yok olduk.
Herşey zıddıyla mümkünse,
Zıtlıklar kaybolduğunda denge bozulacaksa,
O zaman?
Varlık ve yokluk…
Ve bütün meseleyi olmak ya da olmamak’la özetleyen Shakespeare…
Ama bu ağaç olmak YA DA olmamak değil,
Bu ağaç olmak VE olmamak…
Bu ağaç ölüme dair yaşama dair bi kitap, kalınca bi ansiklopedi…
*****
Yaşamın ve ölümün sureti olan bu ağaç, bir hikayeyle buluşacaksa eğer, ölümün elinden sunulmuş bir yaşamın hikayesiyle buluşmalı…
Bir kadının hikayesiyle
Kazara aşka düşmüş bi kadın.
Kazara tabii, yoksa ne bilsin küçücük dünyasını çevreleyen duvarların gerisinde hiç bilmediği, görmediği bi dünyanın olduğunu…
Ona verilen dünyanın dışına o kadar kapalı ki, odasından dışarıya açılan pencerenin gerisinde ne var, hiç bilmeden geçti yılları…
Tanımadığı biriyle evleneli aradan kaç yıl geçti saymadı, on yıl, yirmi yıl ama hala tanımadığı biriydi kocası. Aynı yabancı, belki biraz tanışmışlık hissi hepsi o kadar… “Zamanla seversin” dedikleri şey de olmamıştı. Sevgi ya da aşk tam olarak neydi? Bu duyguları bildiğini de düşünmüyordu ama kitaplarda okuduğu ya da filmlerde gördüğü şeylerse eğer, onlar da evliliği boyunca hiç olmamıştı. Mesela kadını mutlu olsun diye çiçek alan, ona yemekler yapan, onu küçük gezintilere çıkaran bi adam değildi kocası. Mutfakta yemek yaparken, durup dururken gelip kadını öpmemiş, ona hiç sarılmamıştı. Mesela çok merak ediyordu öpüşmek nasıl bi duyguydu? Filmlerdeki gibi dudaklarını ısırdığında bi adam, ne yapması gerekiyordu o an. Dudaklarını nasıl hareket ettirmesi gerektiğini bilmiyordu ama merak ediyordu. Bilmek istiyordu, dudaklara ne oluyordu o an.
Teninin en gizemli yerlerinde gezindiğinde bi adamın parmak uçları, neden ürperildiğini bilmek istiyordu. Hissetmek istiyordu, ılık ve heyecanlı bi nefesin ensesinde soluduğunu….
Merak ettiği her şeyi bir sır gibi kendine sakladı. Kimseler bilmedi neler hissettiğini, neler istediğini… Sorsalar söylerdi belki dondurmayı çok sevdiğini, yağmurlu havalarda ağlamak istediğini…
Adından gayrısını bilen olmadı,
Zeliha…
Zeliha 33 yıl boyunca bir bitkiden farksız yaşadı. Ağzı var dili yoktu.
Konuşsa duyan olmadı, ağlasa gören olmadı.
Zeliha…
Çok çalışkandı, çok titizdi, çok iyi ütü yapar, asla çift çizgi olmazdı gömleklerin kolları, jilet gibi hepsi. Bir de çok lezzetli yemek yapardı. Hakkında söylenenler bunlardan ibaretti…
Çok istedi canından bi parça olsa,
Küçük bir kız çocuğu mesela
Saçlarını okşarken uykuya dalsa,
Onunla konuşsa, kendi sesini unutmadan evvel
Beslese, oynasa, büyütse, yok olmadan evvel
Ağlasa o ağladığında, gülse ağız dolusu o güldüğünde.
Olmadı ama “Zeliha kısır” dedi cümle alem, daha kendi duymadan…
“Senden bi bok olmaz” dedi kocası her gece…
Çok üzüldü, çok ağladı ama gören olmadı.
İsminden gayrısını bilen olmadı.
Zeliha…
*****
Birbirinin aynısıydı geçip giden günler ve gelecek olanlar da…
Fakat bi gün ölene kadar gidecek olan düzeni, değiştiren bi şey oldu.
Her şeyin altını üstüne getiren, ezber bozan bi şey; aşık oldu Zeliha.
Filmlerdeki gibi…
Bakkalın çırağına, terzinin kalfasına ya da belki emmi oğluna?
Ne fark eder?..
Zamansız, amansız yakalayıverdi aşk işte, girecekse bir kana, bekler miydi
doğru zaman doğru mekan? Nereye gelip konduysa O’dur doğru canan.
Elleri ayakları çekildi Zeliha’nın, kalbinin ritmini tutturamadı ilk gördüğünde aşkı.
Bu neydi şimdi?
Zeliha’nın başına gelen neydi?
Neden ağzında atıyordu kalbi?
Neden titriyordu her zerresi, O’nu her gördüğünde?
Zeliha gün geçtikçe, bir alev topu gibi yanıyor, fakat bu yangını nasıl söndüreceğini bilmiyordu. Nerden çıkmıştı şimdi bu adam, hangi masalın içinden çıkıp gelmişti?
Bundan sonra ne olacaktı?
Kaç defa terziye, kaç defa hastaneye, kaç defa bakkala gitmesi gerekecekti daha?
Düşünmedi bunları, düşünmek istemedi, 33 yıl boyunca eksik kalan ne varsa şimdi tamamlanıyormuş gibiyken, hiç dolmayacağını düşündüğü bir boşluk doluyorken, günler ellerinin arasından sıcak bir kumun aktığı gibi akıyorken…
Düşünmek istemedi ne olacağını, işler sarpa sardığında ne halt edeceğini, düşünmek istemedi. Hayatında ilk defa, varlığını bu kadar derinden hissetmişken, yaşamak ilk defa heyecan veriyorken…
Ne kadar sürer bu böyle, birkaç ay, birkaç hafta? Bi önemi yok isterse birkaç gün olsun… hiçbir şeyin önemi yok.
*****
Aşkın uğradığı hiçbir yer eskisi gibi kalmıyordu. Altı üstüne geliyor, darmadağın oluyordu her şey. Aşkla gelen bu güçlü duygular Zeliha’yı da değiştirmişti. İçinde sandıklara kilitlenmiş ne varsa saçılmıştı yerlere. Fakat bu değişimi kimse farketmemişti, Zeliha dışında.
Sesini unutmak üzereydi neredeyse, şimdi şarkılar mırıldanıyordu olur olmadık zamanlarda. Yabancı bi sesi dinler gibi dinliyordu kendi sesini. Zeliha tanıdıkça seviyordu ortaya çıkan bu benliği…
Bi sabah, aynanın karşısına geçip kendini izledi… İlk defa… Şimdiye kadar hiç görmediği tanımadığı biriyle karşılaşmış gibi inceledi kendini. Şehvetin dudaklarındaki çizgilerini görüp, dudaklarından utandı. Öpüldüğünde ne olduğunu biliyordu artık ama bir günahın pençesinde kıvranıyordu. Sevmenin, sevilmenin bir günah olduğu söylenmişti yıllar yılı, günahların en büyüğüne batmıştı şimdi, onlara göre…
Konuşsa belki söylerdi asıl onu sevgisizliğe mahkum edenlerin günahkar olduklarını… Fakat yine de utanıyordu dirileşen memelerinden, öpüldükçe boynundan… Şehvetin günah olduğu söylenmişti yıllar yılı…
Duyguların ormanında yolunu kaybetmiş gibi ordan oraya savrulan Zeliha, burada tattığı acıdan bile rahatsızlık duymadı. Her gün başka bir yola girdi, yollarda başka duygular tattı. Hepsi ona aitti, başkasına değil ona, elini uzatsa dokunabilecek kadar gerçektiler. Bunca yıl nerede saklıydılar. Neden saklıydılar?
****
Aylar sonra Zeliha, canında başka bir canın gezindiğini hissetti. Karın boşluğunda hissettiği ılık canlılık, kollarından başlayıp parmak uçlarına kadar yayılıyor, bir sabah yanaklarını pembeleştiriyor, başka bir sabah göğüslerinde bi ağrıya dönüşüyordu.. Fakat bu nasıl olabilirdi, mümkün değildi, olamazdı, olamazdı çünkü…
Çünkü cümle alem biliyordu Zeliha kısırdı. Kocası demişti ya her gece ona “senden bi bok olmaz diye” olamazdı işte… Zeliha her gece eli karnında uyudu, varsa orada saklanan bi şey onu hissetmek için.
Bir sabah ellerinin altından akıp geçtiğinde tatlı bir hareketlilik Zeliha artık emindi bi can taşıdığına. Zeliha anneydi artık. Sanki Tanrı, büyük bir hatayı telafi ediyordu.
Zeliha gece gündüz kolları karnında bağlı gezindi, kimse de farketmedi bunu. Karnını saklamak için daha bol kıyafetler giymeye başladığını da farkeden olmadı.
Gittikçe büyümeye başladığında ise karnı, Zeliha korktu, duramadı evde. Başka bi yere gitmeliydi daha güvenli bi yere, yavrusunu gelecek tüm tehlikelerden koruyacak bi yere… Düşündü günlerce, bulamadı bi çare…
Aklına bir tek annesi geliyordu, annesi ne pahasına olursa olsun korurdu onu da yavrusunu da belki ama erkek kardeşlerini düşününce, olacaklardan korkup vazgeçiyordu.
Zeliha’nın babası yıllar evvel ölmüştü, dört erkekle aynı evde bir gölge gibi geçti çocukluğu. Erkek kardeşlerinin korkusundan mahalle bakkalına bile gitmezdi. Konuşup yanlış bi şey söyler de onları kızdırır diye hiç konuşmazdı. Evde konuşulan hiçbir konu hakkında fikir beyan etmezdi. Annesi erkek çocuklarının gazabından korumak için erkenden evlendirdi Zeliha’yı. Bir iyilik yaptığını düşünüyordu “senin iyiliğin için” diyordu ama yaptığı bir ateşten çıkarıp diğerine atmaktı.
Keşke anneler bilselerdi; kız çocuklarını kendilerine güvenen, hayata karşı dirençli, güçlü bir birey olarak yetiştirdiklerinde, onlara en büyük iyiliği yaptıklarını…
Keşke “sen bilmezsin sus, sen anlamazsın konuşma, kız dediğin çok konuşmaz, çok gülmez, çok konuşma, çok gülme” diyerek ömür boyu seslerinin kısılmasına neden olduklarını bilselerdi…
Keşke “elalem ne der” demek yerine “boşver kızım elalem hep konuşur zaten” deselerdi.
Keşke…
*****
Zeliha yine de anası dışında gidecek bir kapı bulamadı. Erkek kardeşlerine rağmen anasına gitti. “Anam çok hasta” dedi kocasına ve gitti ana evine.
Ne diyecekti şimdi anasına?
“Ben geldim, karnımda bi canla, gerisini sorma…”
Keşke bu kadar kolay olsaydı her şey…
Anası da suskun, Zeliha gibi.
Kadınlar hep suskun…
Zeliha bu suskunluğun içinde “gidebildiği yere kadar” dedi ve gitti anasına.
Birkaç hafta geçince anası da erkek kardeşleri de söylenir oldu. “Zeliha neden hala burada?” Aslında iyi hizmet ediyor, lezzetli yemekler yapıyor, konforları da pek yerinde yani ama “Zeliha neden koca evine gitmiyor?”
Anası anlar gibi oldu, bi sorunun olduğunu ama çözemedi tam mevzuyu, düşünüp kafa yormak içinse fazla yorgun ve hasta bi kadındı. Zeliha’ya sorduysa da gözyaşlarından başka bir cevap alamadı. Bu suskunluk hali biraz daha sürdü.
Zeliha’nın ağrıları arttı. Geceler uzadı, sabahlar olmadı…
Bir sabah ağrıdan baygın düşmüş bir halde odanın bir köşesine yığıldı. Yastığı alıp yüzüne bastırdı sesini kimseler duymasın diye, kan ter içinde kalmış yüzünü bastırdıkça nefessiz kalıyordu. Bedeni acıdan kıvranıyor, kıvrandıkça kanaması daha çok artıyordu. Acısını bile rahat yaşayamıyordu. Erkek kardeşlerinin evden çıkmasını bekledi. Çığlıklarını kontrol edememekten korkuyordu. Nihayet kapı sesi geldiğinde, anladı erkeklerin işe gittiğini ve artık tutamadı çığlıklarını…
Annesi ölüm çığlıklarına uyandı Zeliha’nın…
Yataktan fırlayıp odasına koştu. Kızını saçı başı yolunmuş, elbisesi yırtılmış perişan bir halde yere yığılmış vaziyette buldu. Zeliha’nın elleri, yüzü, elbisesi kana bulanmıştı, saçları kandan birbirine yapışmıştı. Annesi gördüğü manzaranın şokuyla çığlık atmaya başladı, yangında mahsur kalmış gibi, evi başına yıkılmış gibi bağırıyordu. Felaketin farkına varmış ama ne yapacağını bilmeyerek evin içinde ordan oraya koşturuyordu.
Bağrışlara gelen konu komşuyla ev bir anda kıyamet yerine döndü. O kalabalığı yarıp Zeliha’ya yetişen genç bir kadın, durumun ciddiyetini farkedip önce Zeliha’yı odaya kilitledi. Sonra annesini sakinleştirmeye çalıştı. Bu kadın Zeliha’nın çocukluk arkadaşı Sevim’di ve çoktan evlenip başka diyarlara göç etmiş olmasına rağmen o anda bir kurtarıcı melek gibi ortaya çıkmıştı. Sevim mahallenin erkeklerinin durumu farketmesiyle olayların çığrından çıkacağını biliyordu, bu tehlikenin önüne geçmesi gerekiyordu ama nasıl? Hele evin erkekleri duyduğunda Sevim’i yaşatmayacaklardı buna adı gibi emindi. Ambulansı çağırdı hemen ama ambulans geldiğinde Zeliha’yı o odadan nasıl çıkartacağını bilemedi. Sevim camdan evin avlusunda toplanmış meraklı kalabalığa baktı, mahallenin erkekleri de bir iki avluya toplanmaya başlamışlardı bile…
Kalabalık arasında dolaşan söylentiler, cık cık’lar adamların homurtuları arttıkça Sevim, daha çok korkuyordu. Hemen şu an bi çare bulamazsa, ambulans bu lince susamış kalabalığı aşıp Zeliha’yı alamayacak, Zeliha karnındaki bebeyle içerde kan kaybından ölecekti. Ambulansın siren seslerini duyduğunda birden bire aklına bi fikir geldi.
Avluya koşup, var gücüyle delirmiş gibi bağırmaya başladı. Dövünerek bağırıyor, kendini yerden yere atıyordu. Herkesin dikkatini çekene kadar bağırmaya devam etti. “Onu siz öldürdünüz, onu siz öldürdünüzzzz” diye bağırarak kalabalığın üzerine atılıyordu. Herkesin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Kadınlar Sevim’in kriz geçirdiğini düşünerek onu zapt etmeye, sakinleştirmeye çalıştılar ama Sevim her defasında ellerinden kurtularak, başkasının yakasına yapışıyor ve “sennn” “sennn” “sennn öldürdün” diyerek kızgın bakışlarıyla onlara korku salıyordu. Aklını yitirmiş gibiydi ve artık yaptığı şey dikkat çekmekten çok içindeki öfkeyi çirkin kalabalığın suratına tükürmekti…
Bunlar olurken, ambulans da kapının önüne gelmiş ve kalabalığın çoğu Sevim’in delirmiş olduğuyla ilgilenirken, Zeliha evden çıkarılmıştı. Ambulans hızla oradan uzaklaştığında, insanlar geride bıraktığı toz bulutunun arasından, bir ölüyü taşıdığını düşündüler. Belki de haklıydılar…
*****
Ambulansın gidişiyle Sevim, eve doğru koştu, çocukluğundan beri çirkin gelen korkuluksuz, döşemesiz çirkin mi çirkin soğuk mu soğuk beton merdivenleri ikişer üçer atladı. Zeliha’nın götürülürken ne durumda olduğunu sormak istiyordu ama kime? Gözleri Zeliha’nın annesini aradı, anası feryat etmekten bitap düşmüş bi vaziyette birilerine bişeyler soruyordu, kimsenin cevap veremediği bi şeyler…
Sesi cılız, çaresiz ve ağlamaklı… Sevim’i görünce, sorusunun cevabını verecek kişiyi bulmuş gibi, hızlı adımlarla ona yöneldi.
“Çocuğuma okuma yazma öğretin diye yazmış, bu ne demek?” dedi yalvarır bir sükunetle.
Sevim kendi iç dünyasında bu soruyu düşünürken, annesi soruyu defalarca aynı tonda tekrarladı: “Bu ne demek?”
Cümle gayet açık ve netti aslında, sorun bunun vasiyet eder gibi söylenmesiydi. Sevim, duyulur duyulmaz bi sesle “Ahh be Zeliham o kıyamette bunu mu düşündün, tek derdin çocuğun okula gitsin öyle mi, kanlar içinde baygın yatarken hangi ara yazdın bunu, nereye yazdın Zeliham?” dedi. Kadının teselli bekleyen gözlerine değdi Sevim’in gözleri. Tuttu sıkıca omuzlarından kadını, oturttu sedire ve “beni iyi dinle teyzecim, henüz erkek çocukların ve diğer mahalleli erkekler buraya üşüşmeden dinle! Zeliha’yı da bebeğini de sen yaşatacaksın. Sen yapamazsan kimse yapamaz bunu, öldürmelerine izin vermeyeceksin, karşılarında duracaksın, onu sen kurtaracaksın” dedi. Kadın baygın gözlerle Sevim’e baktı ve hıçkırıklarının birçoğunu yuttuğu eksik gedik kelimelerle “Nasıl, nasıl koruyacağım kızımı o canavarların elinden, bana mı soracaklar, bana hiçbir şey sormazlar onlar” dedi.
Sevim o anda içinden geçenleri söyleyebilseydi eğer “O canavarları sen yarattın teyzecim” demek isterdi. “Bu canavarları biz kadınlar yaratıyoruz. Çocuklarımızı minik birer melekken aslan oğlum, paşam oğlum, güçlü oğlum, diye diye orantısız bi güç aşılayarak canavara dönüştürüyoruz” demek isterdi…
“Erkeksin yaparsın, diyerek tüm gücün erkekliğine bahşedilmiş olduğuna inandırıyoruz, Tanrı katında seçilmiş, kutsal canlılar olduklarına inandırıyoruz, insan evladını kainatın düzenini sağlayan bir ilaha dönüştürüyoruz… Öyle güzel yapıyoruz ki bunu, çocuklarımızın saçlarını okşarken, onları yıkarken, beslerken, yavrularımızı severken yapıyoruz bunu, belki de bu yüzden bu kadar ‘başarılı’ oluyoruz. Öyle başarılı oluyoruz ki, gün geliyor o canavarlar bizi tek nefes de yutabiliyor”
demek isterdi ama diyemedi.
İçinden geçenleri diyemezdi Sevim. Acıdan kıvranan bu kadının, acısını ikiye katlamaktan başka bi işe yaramazdı. Onun yerine buz tutmuş elini tutarak “ya- parsın teyzecim, yapmak zorundasın, güçlü ol; kızına zırh ol, duvar ol, kimseyi yaklaştırma yanına” dedi. “Kıyamet kopar, mahalle ayağa kalkar’’ dedi kadın ağlayarak. “Kopsun teyzecim, kıyamet dediğin de bi kere kopar, sonra herkes işine gücüne bakar, elalemin üç kuruşluk namus anlayışına kurban etme kızını!” diyerek cevapladı Sevim, sesinde geç kalınmış bir meydan okumayla…
Sevim, kadını çaresizliğiyle bırakıp, hastaneye gitmek için ayaklandı. Avluya indiğinde, az önceki bağrışlarından kaynaklı kalabalığın manasız bakışlarına maruz kaldı. Sevim kana susamış kalabalığı gördükçe damarlarında akan öfkeyi ait oldukları yere savurarak tekrar bağırmaya başladı, namus bekçiliğine soyunmuş bu güruha… “Defolun burdan, defolun evinize, haydi haydiiii evlerinize, defolunnnn diyorum size defolunnnnn, neyi izlemeye geldiniz haaa neyiii, hadi paydoss evlerinize” diye diye insanları ite-kaka avludan çıkardı. 60 kilo ağırlığında bir kadının içinden bir dev çıkmıştı sanki, yaklaştıkça devleşiyor, devleştikçe kalabalık korkuya kapılıyor, üçer beşer kaçışıyordu. Bir kadın, gücünü keşfettiğinde dünya bi tur daha dönmüş oluyordu ve bir daha hiç bir mevsim bir önceki gibi olmuyordu.
*****
Sevim hastahaneye varlığında her şey için çok geçti. Zeliha 33 yılın kahrını, acısını, kederini, bir gün içinde saniyelere bölerek, bedeninin her zerresinde, tekrar tekrar yaşayarak ölmüştü. Bebekse, vaktinden çok çok önce doğmak zorunda olmasına rağmen, mucizevi bir şekilde hayattaydı ve gayet sağlıklıydı.
Bir kadın, yeni bir yaşam bahşederek hayata gözlerini yumdu…
Ölüm ve yaşam aynı anda ancak bir kadının bedeninde var olabiliyordu.
Bir yanıyla ölüme giderken öbür yanıyla yeni bir yaşam sunuyordu, en canlı, en yeşil haliyle…
Çünkü kadın, öldüğünde de yaşamdı.
Jin jiyandı…