TOP

Hepimiz Taş Devrine Dönmek İsteyeceğiz

Yaptığım Kitap-Konuk-Kahve serisi için bir yazara ulaşmaya çalışıyordum bu hafta. 3K’yı bilenler bilir, yazarları konuk aldığım ve kitapları üzerine çılgınca edebiyat konuştuğumuz bir vodcast/podcast serisi…

Yazarın adını vermek uygun olmaz, bir yazar diyelim, bir yazara ulaşmaya çalışıyordum ve basın grubundan ya da gazeteci arkadaşlarımdan kime sorsam adamın telefon kullanmadığını, sosyal medya hesaplarının olmadığını yani kendisine ulaşabilecek herhangi bir iletişim kanalının olmadığını söylediler. İnanmayıp kullandığım sosyal medya uygulamlarının hepsine yazarın adını yazdım. İsim benzerliği olduğu çok belli olan hesaplara bile tek tek “bu olabilir mi” diye bakındım. Ama yok! İzine rastlamak mümkün olmadı.

İnternet tarayıcısından da bir ize rastlayamadım. Kendisiyle yapılan herhangi bir söyleşi-röportaj gibi bir şey de yok…

Çok şaşırdım! Nasıl ya? Nasıl mümkün olabiliyor bu?

Şaşkınlığımın birçok nedeni vardı. Öncelikle böyle bir devirde, yani teknolojinin bu kadar geliştiği, gelişen teknolojiye bağlı olarak iletişim kanallarının bu kadar çeşitlendiği, ünlüsü-ünsüzü herkese ulaşmanın bu kadar kolay olduğu böyle bir devirde iletişimsizliği sağlayabildiğine çok şaşırdım. Ama içinde biraz kıskanma mıdır, nedir anlayamadığım bir duyguyla karışık şaşkınlık…Sağlayabiliyorsa gerçekten, yani gerçekten de kimse ulaşamıyorsa saygıyla eğilirim. Çünkü çok zor, biliyorum…Benim böyle bir iletişimsizliği denediğim birkaç aylık bir süreç olmuştu, bir ara belki bu konu üzerine de konuşuruz, tuhaf bir deneyimdi. Ama iletişimsizliği sağlamakta o kadar çok zorlanmıştım ki. Çünkü telefon denen bu meret şey, kapalıyken bile ayak izlerinizi kaydediyor ve bu bilgileri başkası kolayca elde edebiliyor. Yani size gerçekten ulaşmak isteyen biri, çok da zorlanmadan, kısa sürede ulaşabiliyor. Biraz çaba, biraz da teknolojik bilgi yeterli oluyor…   

İkinci şaşırdığım kısım ise bu kişinin, bu kadar iletişimsiz kalma isteğiydi. Bu kadar mı insanlardan bıkmıştı? Bu kadar mı bezmişti? Çok mu yanlış anlaşılıyordu ya da hiç mi anlaşılamadığını düşünüyordu? Kendisini ifade etmekte zorlanıyor muydu? Yoksa hiç ifade etmeye gerek mi duymuyordu? Bu görünmezliğin gerçek nedeni neydi bilmiyorum ama böyle böyle boşlukları sorularla doldurup duruyorum…

Öyle aklınıza da çok yaşlı biri gelmesin ha! Hani bu zamana kadar göz önünde olmaktan bıkmıştır ya da röportajlarda artık aynı şeyleri söylediğini düşünüp bıkmıştır da sonra kafa dinlemek istemiştir gibi bir durum yok. Orta yaşlarda biri ve yazarlık serüveninin başından beri korumuş bu sessizliği…

Hiç bir yerde bir söyleşisi veya röportajı yok!   

Adını google’yince yazdıklarına dair, kitaplarına dair bir sürü şey çıkıyor ama kendisiyle ilgili bir bilgi çıkmıyor.

Yazdığı onca kitaba rağmen adamın hayalet olduğunu düşünmeme ramak kaldı.

Ben, anlık sohbet uygulamasının ‘çevrimiçi görülme’ özelliğinden inanılmaz rahatsız olan ve uygulamaya bu özelliği kapatma seçeneği gelince “yarabbi şükür” diyenlerdenim. Çünkü ‘çevrimiçi’ görünce herkes anlık cevap bekliyor. Müsait olmadığını, başka bir görüşmeyle meşgul olabileceğini düşünmeden herkes anında yazdığına cevap bekliyor ve bu beni çıldırtıyor. İşin kötü tarafı, kimsenin umrunda değil benim bu anlık ve de hızlı iletişim biçimine olan duygularım. Tam tersine başta ailem olmak üzere herkes benim iletişim biçimimden şikayet ediyor, kimse bana ‘istediği zaman istediği anda’ ulaşamadığını söylüyor.

“Mazallah!! Onlara acil bir şey olursa, ne olurmuş?”

“Allah korusun! Bana acil bir şey olursa ne olurmuş?” (Bu kısımdaki alakayı ben de anlamadım. Bana bir şey olursa, benim onlara ulaşmam gerekecek halbuki…)

“Cevap vermiyorsam, kesin başıma bir şey gelmiştir. Tutuklanmışımdır, hastayımdır, sevgilimden ayrılmışımdır, depresyondayımdır ve türevleri…

“Kurt kuzuyu kapmış benim nasıl haberim yokmuş olanlardan?”

Gördüğünüz gibi denklem gittikçe karmaşıklaşıyor, durum içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor.

Bir de ne oldu biliyor musunuz? Bu anlık iletişim talebi artıkça bende telefon fobisi oluşmaya başladı. Bu konuda yalnız değilim, biliyorum. Geçenlerde bir haber sitesinde “Telefobi artıyor”diye bir paylaşıma denk geldim. Telefonla konuşma fobisine “telefobi” deniyormuş. Gerçi benim fobim sadece telefonla konuşmaya değil, anlık-hızlı iletişim modeline galiba…

Ne ironik değil mi? İletişimin en geliştiği çağda, iletişimden nefret eder olduk…

Neyse ki kısmen görünmez olabiliyorum, en azından bazen. Daha doğrusu görünmez olduğumu düşünüyordum ta ki bu yazarın görünmezliğinden haberdar olana kadar. Şimdi onun görünmezliği yanında benimki kafasını kuma gömen deveye benziyor 🙂

Bu yazarın görünmezliğiyle ilgili şaşırdığım diğer bir kısım da şu: Bir yazarın ana besin kaynağı değil midir okuyucu ve okuyucuyla kurduğu bağ? Tamam siz “değildir” deyin. Ben de size katılıp çok iddialı bir laf ettiğimi kabul edeyim. (Direngen değilim şu sıralar 🙂 Ama kardeşim hiç mi merak etmezsin, kim ne demiş kitaplarımla, yazdıklarımla ilgili falan…

Düşünsenize biz burada kafa patlatalım; acaba yazar iletişim kurmaktan mı yorgun, yoksa böyle daha havalı olacağını düşündüğün için mi baştan beri bu yolu tercih etti diye. Yazar da aslında sabah-akşam internette kendisi hakkında yazılan-çizilen-söylenenlere bakıyor olsun. Hatta her sosyal medyada sahte hesapları olsun, kendiyle ilgili yazılanlara havalı havalı cevaplar versin ya da sinirlendiklerine küfrü bazsın. Tam evlere şenlik bir hal olmaz mıydı?

Bir yazar arkadaşımla konuşurken “sence neden böyle saklanıyor” dedim? “Bence bu da başka türlü bir PR (Public Relations) çalışması” dedi. O da olabilir. Belki bu da bir çeşit popülerlik stratejisidir. Kim bilir?    

Bu yazıya denk gelse ve kendisinden bahsettiğimi anlayarak tüm bu tahminlerime ve boşluk doldurmalarıma cevap veresi gelse daha evlere şenlik bir hal olmaz mı?

Bir taraftan şunu da düşünüyorum; belki de ayyuka çıkan gözetim toplumu yakında hepimizi bu kıvama getirecek… Öyle çok bıktık ki her halimizi kayda alan kameralardan, her adımımızı hesaplayan uygulamalardan, sildiğini düşündüğümüz bilgilerin bir yerlerden hortlamasından… Özel hayatımızın, beğenilerimizin, duygu ve düşüncelerimizin algoritmalara indirgenmesinden… Bu algoritmik verilerin hiç bilmediğimiz kişi ve kurumlarca sinsice işlenmesinden ve paraya dönüştürülmesinden…

7/24 gözetleniyoruz ve öyle çok bıktık ki gözetlenmekten, yakında hepimiz tüm teknolojik aletlere ağız dolusu küfürler savurup taş devrine dönmek isteyeceğiz…

Orwell’in distopik dünyasını okuyup şaşırdığımız günler çok geride kaldı. Bugün Orwell’in denetim ve gözetim toplumundan çok daha fazlasını yaşıyoruz. 

Belki de bu tehlikeyi erken fark edenler, bu yüzden teknolojiye çok fazla bulaşmadan manuel yaşama bu kadar sıkı tutunuyorlar. İz bırakacak uygulamaları kullanmaktan kaçınıyorlar, tanımadıkları binlerce-milyonlarca insanın takipçilere dönüştüğü sosyal medya hesapları olsun istemiyorlar…

Günün sonunda hayatlarının, herkesin eğlencesine sunulduğu bir “Truman Show”a dönüşme ihtimalini böylece ortadan kaldırmış oluyorlardır belki de…

Truman Show’u izlemeyeniniz yoktur herhalde. Varsa da bu yazı vesile olsun izlemenize… Jim Carrey’nin filmin ana karakteri olan Truman Burbank’ı canlandırdığı bu filmde, Truman’ın hayatı doğumundan ölümüne izleyiciye naklen yayımlanıyor. Doğal bir izlence olsun diye de Truman’a bundan hiç bahsedilmiyor. Şovu tasarlayan kişi, Truman’a kurgusal bir hayat hazırlıyor. Truman’ın hayatındaki her şey; eşi, işi, arkadaşları, sokakta tesadüfen gördüğünü düşündüğü insanlar bile, hepsi kurgusal…    

Bir gün Truman, öldüğünü düşündüğü babasıyla planlanmayan, yani kurguda olmayan bir karşılaşma yaşıyor. Ondan sonra işler rayından çıkıyor ve Truman hayatını sorgulamaya başlıyor… Sonunda çıldırmak üzereyken baştan sona başkası tarafından kurgulanmış, sahte bir hayat yaşadığını anlıyor…

Hiç aklımdan çıkmayan çok trajik bir sahne vardı. Truman bu kurguyu fark ettiğinde kaçmaya çalışıyor. Fakat ne yana gitse bu oyunun parçası olan koca ekipten birilerine çarpıyor. Yaşadığı şehir içinden çıkamadığı bir labirente dönüyor. Sonunda deniz yoluyla kaçmaya çalışıyor ve yelkenliyle denize açılıyor. Açıldıkça ilerlediğini düşünüyor ama kısa sürede anlıyor ki aslında yerinde sayıyor. Çünkü deniz de sahte…

Truman Show hafife alınacak bir yapım değil aslında. Psikoloji de bile artık “Truman Sendromu” ya da “Truman Show delüzyonu” diye adlandırılan bir tanı var.

Gerçeklik yanılsaması…

Düşünüyorum da artık filmlerde izleyip, kitaplarda okuduğumuz bu distopik yaşamların ötesinde yaşıyoruz.

Sizce de çoktan gerçeklik algısını yitirdiğimiz, neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu anlayamadığımız sentetik bir yaşamın içinde değil miyiz?

Sağlıcakla kalın…

Bu yazı, 17.05.2024 tarihinde Fikir Gazetesi’nde yayımlanmıştır.