Uzunca Yeşim Özdemir kimdir?
Bu bölüm, kısaca ben’deki birkaç satırdan oluşan resmî biyografinin yeterli olmadığını düşünenlere… yani aslında beni daha fazla tanımak isteyenlere 🙂
Aslında zordur, insanın kendini tanıtması, anlatmaya çalışması…
Zira henüz kendini tanıma evresini tamamlaMAmış biri olarak ne söylesem eksik, ne anlatsam acaba öyle mi kuşkusu kalacak geriye…
En iyisi zihnin süzgecinden geçirebildiklerimle yetinmek!
Belli bir yaşa kadar mutlu bir çocukluk geçirdiğime inanmış olsam da büyüdükçe bu inanç, yerini; bu coğrafyada hiç bir çocuğun yarasız, enkazsız bir çocukluk geçiremeyeceği düşüncesine bıraktı…
Üç nokta…
Her cümle sonu üç nokta…
Çok seviyorum üç noktayı, nedenini tam bilemiyorum ama çok seviyorum ve de çok kullanıyorum. Ya sonsuzluk duygusundan ya da hep yarım kalmışlık hissinden…
Nerde kalmıştık? Çocuklukta…
Şaka şaka çocukluğuma inmeyeceğim 🙂 Onu rahat koltuğuna uzanabileceğim bir psikoloğa saklıyorum.
Ama hikayenin olay örgüsüne uygun olsun diye azıcık giriş bölümünde faydalanacağım 🙂
Çocukluğunu küçük bir kasabada geçirmiş her çocuk gibi geçti, benim de çocukluğum…
Şimdi memleketten gören olursa “kasaba” deyişime kızacak ama bazı yerlerin adı coğrafya dersinde şehir olsa da en fazla büyükçe bir köydür orası da. (Bak şimdi de köy dedi)
İçinde yaşarken öyle gelmiyor tabi, dünya oradan ibaret sanıyorsun 🙂
Lise yıllarıma kadar dünyayı oradan ibaret sandığım Muş’ta yaşadım. Özellikle kız çocukları için her şeyin ayıp sayıldığı bir yerde yaşayınca, bu baskıdan olsa gerek fazlaca öfkeli ve kızgın büyüyorsunuz. Ben de ergenlik dönemlerimde tam da öyle uyuz, agresif bir tiptim 🙂
Üniversite yılları için epeyce beklemem gerekti…
Dedim ya küçük şehir, elalem, kız çocukları, anasının dizinin dibi…
Peki neyi bekliyordum?
İsyan etmek, başkaldırmak ve gidebileceğimi göstermek için cesaret toplamayı 🙂
Birkaç isyan girişimim farklı metotlarla bastırılsa da nihayet zamanı geldiğinde fazlaca bedel ödemiş ve yara almış olsam da ben artık “anasının dizinin dibi” yerleşkesinden üniversite yerleşkesine geçiş yapmıştım 🙂
Bu, ailem ve elalem için yenilgi benim içinse tadına doyulmaz bir zaferdi…
Ailem ve elalem…
İlk defa elalem kelimesinin yapı olarak aile kelimesine ne kadar benzediğini farkettim. Yoksa elalem de bizim ikinci ailemiz mi? Her şeye bu kadar karıştığına göre 🙂
Neyse… Aile ve sülale ilişkilerimiz gittikçe bozula dursun ben hayalimi gerçekleştirmenin tadına varmakla meşguldüm 🙂 Evet, gün be gün içimde büyüttüğüm bir hayaldi üniversite okuyabilmek. Tuhaf! Yıllar sonra bunun asla bir hayal olamayacağına karar verdim. Devletin her bir yurttaşına eşit ölçüde sağlamakla yükümlü olduğu “eğitim hakkı” hiç kimse için bir hayal kadar uzak ve imkansız olmamalıydı! Dünyayı otostopla gezmek, bir hayal olabilirdi ama okumak değil!
Ama öyleydi, birçokları için hala öyle…
Bi gün gerçeğe dönüşeceğini bilmeden, çocukluk oyunlarına dahil ettiğim program sunma halleri, beni lise yıllarında radyoculuğa götürdü.
Dünyamızın küçük ama kurallarımızın çok büyük olduğu şehrimizde, bi genç kızın sesinin sokaklarda çınlaması, erkeklerden oluşan kalabalıklarca dinlenmesi hem ayıp hem de günahtı. Buna rağmen 4-5 yıl kadar bu “günahı” gönlümce işleyebilmek için direndim.
Annem çok kızdığında şey derdi “Tüm mahalle sesini duyuyor, çarşıda-pazarda, her yerde senin sesini duyuyorum” o yıllarda bunun güzel bi şey olduğunu henüz bilmiyordu 🙂 üstelik kötü bişey olduğuna beni de ikna ettiği oluyordu. Ha bi de “yayında çok gülüyorsun, gülme” derdi :))
Neyse ki zaman, dünyalar tatlısı annemi de olması gerektiği çizgide değiştirdi…
İşte bu radyoculukla başlayan mesele gazetecilik merakına evrildi.
Ve ben bu mesleği eğitimini alarak yapmak istiyordum.
Nihayet Anadolu Üniversitesi, İletişim Fakültesi (Basın-Yayın bölümü) binasına ayak bastığımda, dünyayı avucuma alıp bir tur döndürmüş kadar keyifliydim.
Dört yılın ardından (2017’de) okul bittiğinde inanılmaz mutsuzdum, keşke hiç bitmeseydi…
Hemen mezuniyet sonrası Almanya’ya gittim. Frankfurt’ta bir gazetede staj yapacaktım.
Gezer-tozar, üç ay sonra dönerim diye düşünürken bi baktım orada yaşamanın yollarını arıyorum 🙂
Çünkü gezmeye diye gittiğim Köln’den bir iş anlaşmasıyla dönmüştüm. Hem de çalışmayı çok istediğim bir medya alanında, televizyonda. Hemen vizemi uzatıp, pılımı pırtımı toplayıp Köln’e taşındım, Artı Tv’de çalışacaktım…
Televizyonda çalışmayı çok istiyordum. Çünkü gazeteleri bi türlü sevemedim, hep çok sıkıcı buldum 🙂 Televizyonun her zaman daha hareketli bir çalışma ortamı olduğunu düşünüyordum, öyle de oldu.
Artı Tv’nin yeni açıldığı dönemlerdi ve kadrosu henüz küçüktü. Bu sebeple bir kişi aynı anda birçok işi beraber götürmek zorundaydı. Ben de hem editor hem muhabir hem de seslendirmen olarak çalışıyordum. Günler inanılmaz hareketli ve yorucu geçiyordu ama benim için çok eğitici-öğretici bir süreçti.
Sonra Alman bürokrasisini daha fazla atlatamadım, vize süremi tekrar yenilemediler 🙂 ve Türkiye’ye döndüm. Döner dönmez başvurumu yeniler, geri giderim diyordum, üç yıl oldu hala burdayım 🙂
Hayat plansız yaşamayı öğretiyor du bakalım…
Türkiye’ye döndükten sonra kısa bir dönem Artı Tv’nin İstanbul ekibiyle çalıştım ama bu süreç Almanya’da olduğu kadar tat vermedi. Hatta eziyete döndü. Bu eziyet kısmında İstanbul’da olmanın katkısı büyük. İstanbul güzel ama tüketen bir şehir…
O dönem bi sağlık sorunu yaşadım ve İstanbul’dan da işimden de ayrılmaya karar verdim.
Şimdilerde patronsuz bir çalışan olarak; hem çalışma rutinimi kendim ayarlıyorum hem de o “vahşi rekabet” ortamından uzakta, bağımsız bir gazeteci olarak çalışmanın keyfini sürüyorum. Bir sürü iş ortaklıklarımız var ama hiç biri patronum değil ne güzel 🙂
Çeşitli zorlukları olsa da freelance çalışmak, birçok açıdan tatmin edici. Ölüyor, bitiyor diye hayıflandığımız araştırmacı gazetecilik veya son yıllarda dilimize pelesenk olmuş tanımıyla yavaş gazetecilik için biçilmiş kaftan…
Ama güzel ülkemin freelance journalism konusunda kat edecek epeyce yolu var, tabii sıra oraya gelirse!
Birkaç farklı medya platformuna; yazılı haber, video-haber, podcast formatında içerikler üretiyorum. Eksikliğini hissettiğim, merak ettiğim, öğrenmek istediğim, araştırmak istediğim şeyler içeriklerimin öncelikli konuları oluyor. Ülke gündemini fazlasıyla meşgul eden politikacılar yerine “sıradan” insanın hikayesinin peşine düşmek daha çok hoşuma gidiyor. Bu niyetle de son zamanlarda belgesel haberciliğine ilgi duyuyor, üzerinde çalışıyorum.
Gazetecilik dışında, hikayeler yazıyorum ve bu hikayelerin bir an önce kitaplaşarak okuyucusuyla buluşmasını umuyorum.
Hasılı benim de gazetecilik hikayem budur. Eksik kalan kısımlar vardır, fazla uzattığım kısımlar olduğu gibi 🙂
Bitirmeden azıcık da karakteristik birkaç detay ekleyeyim 🙂
Enerjik, güler yüzlü ve sempatik bir tip olduğumu söyleyenler de çok, agresif, geçimsiz, sinirli biri olduğumu söyleyenler de 🙂
Bana sorarsanız her ikisi de benim, hatta bana sorarsanız zıtlıklarla doluyum…
Hem çok pozitif hem çok negatif biriyim.
Hem çok kararlı hem çok kararsızım.
Bi gün çok mutluyken ertesi gün hatta belki bi saat sonra dünyam başıma yıkılmış kadar mutsuzum 🙂
İletişim becerisi yüksek biri olduğumu düşünürken, hiç kimseyle iletişim kuramadığım, sürekli iletişim kazaları yaşadığım bir döneme girerim.
Tam çözüm üreten biri olduğumu düşünürken kendimi anlamsız bir krizin ortasında bulurum.
Şanslı biriyimdir genelde ama aksiliklerin peşimden sürüklendiği aylar geçer.
Çok çalışkanımdır, tembel tiplerle hiç vakit geçirmeyi sevmem hantallıkları bana bulaşmasın diye ama bazen günlerce yerimden dahi kalkmak istemem.
Değişikliği ve keşfetmeyi buna bağlı olarak seyahat etmeyi ve yeni insanlar tanımayı çok severim ama uzun süre oradan oraya savrulunca yorulurum ve stabil kalacağım bi evim olsun isterim…
Filtre kahveyi ve şarabı çok severim ama hep severim 🙂
Hayat boyu yeni şeyler öğrenmek, keşfetmek ve her defasında şaşıracak, heyecan duyacak bişeyler bulmak isterim, değişmek isterim ve en çok aynı kalmaktan korkarım.
Aslında herkese göre farklı bi karakter sergilediğimizi düşünürüm. Bu yüzden de zaman zaman ayna karşına geçip “kaç yüzünüz var sinyorita?” diye sorarım 🙂
Ha bir de; insanların, mensup oldukları ırka, dine veya fanatiği oldukları ideolojilere göre değil sadece ve sadece iyiler ve kötüler olarak ayrıldıklarını düşünürüm…şimdilik…