TOP

Gazeteci günlükleri: İşsiz kaldıkça tango yapıyorum

Bu yazıyı bir gazeteci mi yazıyor, yoksa bir tanguera mı? Sanırım her ikisi de… Her ikisine de aynı mesafede, aynı yakınlıkta duran biri. Fakat zordur gazetecilik gibi “mühim” bir işe soyunmuş birinin tangoya da aynı yakınlıkta durması.
Gazeteciliğin “mühim” bir mesele olduğu konusu tartışmaya açıksa da sanırım herkesçe kabul görür oldukça zor bir meslek olduğu.

Farklı meslek gruplarından kişilerin bu yazıyı okurken “hadi canım sizinki de iş mi, bizim mesleğin yanında” demelerine fırsat vermeden eklemeliyim: Her mesleğin ve işin kendine göre zorlukları, artıları, eksileri vardır ve hepsi de kendi içinde ayrı bir öneme sahiptir muhakkak.

Hele ki tüm dünyanın izole bir yaşam sürmek zorunda kaldığı bu salgın sürecinde tüm sağlık çalışanlarının ne kadar ulvi bir iş yaptıklarını gördük, görmeye devam ediyoruz.

Dünyayı etkisi altına alan ve insanlığın yaşam pratiklerini değiştiren koronavirüs sebebiyle hepimiz çok üzgünüz. Son birkaç aydır her dakika maruz kaldığımız bu konuya değinmek yerine, evlere kapandığımız bu hafta sonunda başka bir şeyden bahsetmek niyetindeyim: Tango üzerinden, hobilerimizden…


Gazeteciliğin en zor yanı

Gazeteciliğin en zor yanı uykunuzda bile çalışıyor olmanız sanırım. Hem ofiste hem de sahada bulunmak zorunda olduğunuz bu iş, eve gidişinizle son bulmuyor.

Eve gidiş yolunuzda, eve vardığınızda, bir şeyler yerken-içerken, film izlerken, arkadaş sohbetlerinizde hatta deniz kumlarını bikininizden ayıklarken bile, her an her yerde çalışıyorsunuz. İstemsizce, neredeyse içgüdüsel (?) bir şekilde, gördüğünüz, duyduğunuz her şeyi “haber” olarak değerlendiriyorsunuz. Özellikle de böylesine hareketli bi coğrafyada yaşarken.

Beyninizin bir kısmı sadece gazeteciliğe ayrılmış gibi, günlük rutininiz akarken o kısım da hep aktif çalışıyor. Dinliyor, görüyor, analiz ediyor, yorumluyor ve bitmez tükenmez bir ısrarla SORUYOR, SORGULUYOR…

Abarttığımı düşünenlere ilk iş yerimdeki günlük rutinimi aktarayım, Almanya’nın Köln kentinde Artı TV’de çalışırken günlerim aşağı yukarı şöyle akardı:

Sabah gün daha ağarmadan alarm sesiyle uyanırdım. Gözlerim henüz yarı açıkken elimde telefon tuvalete gider, orada Twitter taraması yapardım. Hızlıca, ben uyurken dünya kaç tur dönmüş diye bakar, böylelikle işe başlamış olurdum.

Telefonlar susmaz, yazışmalar bitmez

Beş dakika içinde giyinip apar topar metro istasyonuna giderdim. Şanslı günümdeysem treni/tramvayı kılpayı kaçırmamışımdır. Yaklaşık bir saat sürecek tramvay yolcuğunun ilk beş dakikasında yataktan yeni kalkmış hâlimi yok edecek hafif bir makyaj yapardım. Sonra tek tek ajansları, haber portallarını okur, gündemi alırdım. Böylelikle günün ilk toplantısına hazır olurdum.

Tramvay yolculuğum bir yerde sona erer, yolun kalan kısmına da otobüsle devam ederdim…


Nihayet TV binasına vardığımda, hızlı bir kahvaltıdan sonra, haber merkezine çıkmış olurdum. Toplantıyla beraber yoğun iş temposu başlamış olurdu. Masa başında hevesle yapılmış ama asla sıcak içilememiş kahveler beklerdi. Perfore metinleri seslendirilmiş ama çöpe atmaya zaman bulamadığım için günün sonuna kadar masaya yayıldıkça yayılırdı. Telefonlar hiç susmaz, yazışmalar hiç bitmezdi. Herkes klavyesiyle at koşturur gibi haber yazar, bülteni yetiştirmeye çalışırdı.

 

Saat başı bültenleri tamamlandığında, bir sonraki bülten hazırlığına kadar, nefes alacak kısacık bir aralık oluşurdu. Araya başka bir iş girmediyse (seslendirmeler veya haber kaynaklarıyla yapılması gereken görüşmeler-yazışmalar) o değerli anları binanın önüne çıkarak açık havada bir kahve veya çay içerek geçirirdim.


Günün en güzel anı…

Konudan daha fazla uzaklaşmamak adına mesleğin, iş yükünü detaylandırma kısmını burada noktalıyorum. Eksik kalan taraflarına rağmen buraya kadar olan kısmıyla da meramımı anlatabildiğimi düşünüyorum ki tam da noktalamam gereken yer burası, yazının asıl konusuna geçiş yeri… Günün en güzel anı…

Bilgisayarımın başından ayrılıp ofisin dışına çıkabildiğim kahve molalarında, gazetecilikten uzaklaştığım kısacık bir an olurdu.

Dans ettiğimi düşündüğüm bi an… TV binasının birkaç adım ötesinde dans okulu vardı. Birkaç farklı alanda dans eğitimi veriyorlardı. Dans ettikleri salonun bize bakan kısmı camla kaplıydı. Aramıza giren ağaçlar olmasa içerisi rahatlıkla izlenebiliyordu.

Dışarıya her çıkışımda onları izlemekten kendimi alamazdım. Çalıların arasından eksik gedik seçebildiğim dansçılar, tüy kadar hafiflermiş gibi (bana öyle gelirdi) oradan oraya uçuşuyorlardı. Çalılardan dolayı eksik kalan görüntüleri de kafamda tamamlıyordum. Bazen tamamladığım bu görüntülerde ben de dansçıların arasında oluyor, tüy kadar hafif bedenimi oradan oraya savuruyordum…


Televizyondan çıkıp dansa gidebilirdim ama…

Birkaç defa çalıları aralayıp onları daha yakından izleme cesareti gösterdim. Dans eden minicik çocukları izlerdim ve tabii onları oraya getirip götüren ailelerini…

İçimde bir başka ben “Sanatın önemini keşfetmiş bu toplum elbette ki geldiğin toplumdan çok daha gelişmiş olmayı hak ediyor” derdi. Bir diğer ben ise “Bizim sanattan önce halletmemiz gereken daha çoooook ciddi sorunlarımız var” diye çıkışırdı.

Bir başka ben, öbür ben derken hepsi kafamda bir kavgaya tutuşmuş olurdu. Ve ben yine elimdeki kahveyi soğutmuş olarak işimin başına dönerdim.

İşten çıkıp hemen iki adım öteye, dans etmeye gitmek çok kolaydı aslında. Yani mekânsal yakınlık imkanı vardı ama çalışırken öylesine yorgun ve tükenmiş bir şekilde günü bitirmiş oluyordum ki ancak eve gidip uyumayı düşünebiliyordum. Zaten benim çıkış saatimde dans çoktan bitmiş oluyordu. Bu sebeple TV binasından çıkıp Alman disiplinine uyum sağlama çabasıyla, saniyesi sekmeden gelen toplu taşıma araçlarına koştururken dans yerine yarınki gündemin detaylarını düşünüyor olurdum.

 

Haber değeri olmayan her şey kapsama alanı dışında!

Sürekli düşünen-düşündüren bu zihin yoğunluğu sebebiyle sanki yeni bir güne hiç başlamıyorum da hep bir önceki günün devamını yaşıyormuşum gibi hissediyordum.

İşte bu yüzden yazının en başında belirttiğim gibi, zordur gazetecilikle beraber dansa veya herhangi başka bir uğraşa aynı mesafede durabilmek.

Vuku bulan her şeye haber değeri ile bakarsınız. Dolayısıyla haber değeri olmayan şeyler kapsama alanınız dışındadır. Kimi gazeteciler buna “mesleki deformasyon” der, kimileri de “mesleki gereklilik” bana sorarsanız her ikisi de…

 

Gazetecilikteki kuşak farklılıkları

Ve tabii her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de kuşak farklılıkları, mesleğin değerlerini ve pratiklerini değiştiriyor.

Örneğin X kuşağında olan daha kıdemli gazeteciler için dans, tango, yoga gibi faaliyetler gereksiz zaman kaybı gibi veya önemsiz uğraşlar gibi değerlendirilebilirken Y ve Z (mesleğini icra etmeye başlamış Z kuşağını da dahil etmek gerek sanırım) kuşakları için bu tarz hobiler edinmek, bedensel ve zihinsel gelişim için faydalı ve gerekli görülüyor. Elbette her kıdemli gazeteci böyle düşünüyor manasında söylemiyorum.

Bir keresinde yoga yapmak istediğini dile getiren genç bir gazeteci arkadaşımız için, yaşları bizden büyük, daha kıdemli meslektaşlarımızın tepkisi aşağı yukarı şöyle olmuştu: “Biz sizin yaşlarınızdayken nefes almadan 7/24 çalışırdık. Ne aile ne arkadaş ne eş-dost yüzü görürdük. Herhangi bir sosyal aktivitemiz yoktu. Tek meşgalemiz haber peşinde koşmak, yeni bir şeyler bulmaktı. Üstelik koşullarımız çok daha farklıydı. Yeterli imkanlara sahip değildik…”

Yani kısaca “Biz sizin yaşlarınızdayken…” diye başlayan cümlelerin sonu hep aynı yargıya çıkıyor. Bir önceki kuşak, bir sonraki kuşağı yeterince “emek” vermemekle suçluyor. Bunu o kadar çok dile getiriyorlar ki inanıyorsunuz. Yani ben inanlardandım.

Bu tarz yargılamaları duydukça “Daha çok çalışmalıyım, daha çok okumalıyım, daha çok üretmeliyim, hayatımın her anında gazetecilik olmalı, dansı/tangoyu düşünmemeliyim” şeklinde bir refleks oluşuyordu.
Yani özetle kendimi tüketerek bu mesleği yapmalıydım, ancak o zaman “iyi bir gazeteci” olabilirdim.

 

“Ben hayatın merkeziyim”

Oysa ki şu an baktığım yerden böyle düşünmüyorum. Kültür ve sanatla ilgilenmeden, ruh ve beden sağlıma iyi gelecek hobiler edinmeden, yeterince sosyal aktivitelere katılıp eğlenemeden, farklı coğrafyaları gezip keşfetmeden geçen her yılımın “waste of time” (boşa geçen zaman) olduğunu düşünüyorum.

Dahası mesleğimiz ne olursa olsun, nitelikli üretim, yaratıcı ve cesur girişimler için bunların gerekli olduğuna inanıyorum. Bu zorlu coğrafyada, “ekmek parası” derdinin her şeyin ötesine geçtiği gerçeğini atlamadan söylüyorum bunları.

Değişen bakış açımın çeşitli nedenleri olmakla beraber, yeni jenerasyonun etkilerinin de olduğunu söylemek pek mümkün. Tam olarak Z kuşağı değil ama Y kuşağı ile Z kuşağı arasında kalan ‘erken kristal kuşak’tan bahsediyorum.

Bu kuşağa baktığımda çok net şunu görebiliyorum: “Ben hayatın merkeziyim” diyor bu kuşak. Bencillik değil bence bu, kendine değer verme biçimi. Dikkat edin, bahsettiğim bu kuşağın, yeni başladığı bir işte “Aman ha hiçbir şeye burnumu sokmayayım, bana görev verilmedikçe atılmayayım, göze batmayayım, sorulmadıkça fikrimi dahi beyan etmeyeyim” gibi dertleri ve kasıntısı yok. Aksine her şeye burnunu sokar, her konuda bir fikri vardır, her söylediğinin dikkate alınmasını bekler, dikkate alınmadığında da tepkisini de, postasını da koymasını bilir.
“Emeğimin karşılığını kesinlikle alırım” diyor mesela bu kuşak. Yani “ben bedava çalışmam, hakkımı alırım” diyor. “Dayanışma” adı altında emeğimizi sömüren, ürettiğimiz içeriklere hiçbir ücret ödemeyenleri düşününce ne kadar haklı bir talep öyle değil mi?

 

 

Emeğimizi sömüren medya kurumları

Elbette ki hiçbir karşılık talep etmeden hâlâ içerik ürettiğim, dayanışma içinde olduğum medya kurumları var olmaya da devam edecek. Çünkü onların ne koşulda gazetecilik yaptığını, ne pahasına halkın haber alma ihtiyacını karşıladıklarını biliyorum. Ama imkânı olduğu hâlde telif ödemek istemeyen, dayanışmayı tek taraflı bekleyen, tırnak içinde emeğimizi sonuna kadar sömüren medya kurumları da var.

Üstelik herhangi bir hak talebinizde “ama gazetecilik böyle bişey…” diye çıkışırlar. Hayır, efendim, gazetecilik böyle bir şey değil. Evet, dayanışma her meslekte gerekli ama tek taraflı değil, karşılıklı dayanışma! Benim mesleğim buysa, yaptığım işten kazanç elde ederek yaşamımı idame ettirmem de pek tabiidir.

Velhasıl ben bu kuşağın ve sonraki kuşağın da bozuk düzenle olan mücadelesini çok beğeniyorum ve örnek alıyorum.

Camdaki iz: Tango yapan bir çift

 

Şimdi tekrar TV binasının karşısındaki dikizlediğim dans salonuna dönersek…

Türkiye’ye döndükten bir süre sonra kötü bir trafik kazası geçirdim. Fiziksel ve ruhsal olarak çok kötü etkilendiği

m, uzun bir iyileşme süreci geçirdim. Bu tarz travmalar geçiren herkes bilir, yaşam eskisi gibi değildir artık. Önemsediğiniz şeylerin sırası, mücadele alanlarınız, hayalleriniz, hayata bakış açınız değişir.

Ankara’da bulunduğum bir hastanede, kirli-puslu gökyüzünü yine bir o kadar kirli-puslu bir camdan izlerken, camda biriken kirlerin meydana getirdiği bir fotoğraf gözüme ilişti. Tango yapan bir çift

Dans demiyorum, tango diyorum. Hatta daha da ileriye giderek kapalı tutuşta dans ettiklerini bile söyleyebilirim. O ruh hâliyle her şeyi görebilmem mümkün nasılsa.

Camdaki o kir izlerini neden öyle gördüm, bir başkası da baksa aynı şeyi görür müydü bilmiyorum. Fakat o an, hastaneden çıktığımda kesinlikle ama kesinlikle tango yapmak istediğime karar verdim.

 

 

Yazmak ve okumak dışında tek meşgalem tangoydu

Üniversite yıllarımda bir ara merak salıp tango derslerine başlamıştım ama okul ve çalışma temposunda, buna zaman ayıramamıştım. O dönemden beri hep aklımdaydı.

Sanki o kadar çok uzun yıllar beklemiştim ki daha fazla bekleyecek sabrım kalmamıştı. Şimdi tam zamanıydı…

Uzun ve bol stresli aylardan sonra nihayet evime döndüğümde, ilk yaptığım şey tango dersleri alabileceğim bir dans kursu bulmak oldu. Kısa bir araştırma sonrasında hemen derslere başladım. Hayatımın tek amacı buymuş gibi tangoya tutundum.

Karda, kışta, yağmurda, hiç ihmal etmeden derslere gittim. Yeni figürler öğrenebilmek için çok sabırsızdım. Bir an önce teknik kısımları halledip dans etmek için heyecanlanıyordum. Bu sebeple evde de boş durmayıp pratikler yapıyordum.

Tabii bu süreçte çalışmıyor oluşum büyük avantajdı. Psikolojik olarak iyileşme sürecim devam ettiği için haftanın dört-beş gününü tangoya ayırabiliyordum. Yazmak ve okumak dışında tek meşgalem tangoydu. Bu sebeple biraz daha hızlı ilerleme kaydedebildim.

Milonga: Tango partileri

Nihayet partnerim dışında birileriyle, özellikle seviye olarak daha ileride olan birileriyle dans etmeye hazır olduğumu düşündüğümde milonga gecelerine katılmaya başladım. Milonga, tangonun yapıldığı müzikli partilerdir. Aynı zamanda tango içinde, ayrı bir dans ve müzik türüdür.

Milonga için uygun bir mekân seçilir ve genelde her hafta milonga gecesi orada yapılır. İlle de gece olması gerekmez tabi, Arjantin’de gündüz, sokak milongaları da yapılıyor.

Bu etkinliklerin önemli bir özelliği, orada her seviyeden dansçının olmasıdır. Böylelikle daha ileri seviyedeki dansçılarla dans etme şansınız olur. Bu da tangoyu ilerletmenin yollarından biri. Sürekli aynı partnerle dans etmek çalışırken kolaylık sağlasa da hatalarınızı fark edebilmek için başkalarıyla da dans etmeniz gerekir.

Bu noktada şöyle bir durum söz konusu oluyor: Genelde daha ileri seviyelerdeki dansçılar, başlangıç veya orta seviyedekilerle dans etmeyi pek tercih etmiyor. Çünkü özgür hareket edemiyor, istedikleri figürleri yapamıyorlar. Ya da yeni başlayan kadınlarda beden kontrolü ve dengesi henüz sağlanamadığı için, beden ağırlığını erkeğe yükleme eğilimi oluyor, bu da erkeğin çabuk yorulmasına sebep oluyor. Bu noktada karşılıklı enerji akışının tutturulabilmesi çok önemli, sinyalleri doğru alabildiğinizde farklı seviyelerde de olsanız uyumlu bir şekilde tango yapabiliyorsunuz.

Kabezeo: Bakışarak tangoya davet

Milonga gecelerinde dans edeceğiniz partneri seçmenin ve onu dansa kaldırmanın bir adabı vardır. Dans etmek istediğiniz kişiye bakışarak dans daveti gönderirsiniz. Bu bakışmaya “kabezeo” denir.

Genellikle erkeğin ‘kabezeo’yu başlattığı söylense bu doğru değil. Kadın da pekala dans etmek istediği kişiyle kabezeo yaparak onu dansa davet edebilir. Baktığınız kişi, bakışlarınıza karşılık verirse, dans davetinizi kabul etmiştir. Kafanızı hafifçe “evet” anlamında eğerek veya mimiklerinizle de bu karşılığı verebilirsiniz.

Eğer kişi bakışlarını kaçırıyorsa ve başka yöne bakmaya başlarsa bu daveti reddettiği anlamına gelir. Bu sessiz cevap, diğer dansçılar tarafından fark edilmediği için reddetmenin en kibar yoludur. Aksi halde kabezeo yapmadan, doğrudan gidip dansa davet ettiğinizde yüz yüzeyken reddedilmeniz enerjinizi düşürebilir.

Elbette her hafta görüşüp samimi olduğunuz dansçılarla “hadi dans edelim mi” diyerek de dansa davet edebilirsiniz. Ama bu samimiyet yokken, kabezeo yapılmadan dansa davet etmek, kabalık sayılır, benden söylemesi.

 

Cortina ve tanda nedir?

Karşılıklı bakıştınız ve dans davetiniz kabul edildi. Erkek gelir, eğilerek kibarca sizi alır ve dans pistine götürür. Tabii dans devam ederken piste girilmez. Ara verilmiş olması gerekiyor. Bu aralara da cortina (perde) denilir.

Cortinalarda partner değişikliği olur genellikle. Dansa başladığınız kişiyle bir “tanda” (aynı ya da benzer orkestranın üç veya 4 aynı türden parçası) boyunca dans etmeniz beklenir, yarıda bırakırsanız kabalık etmiş olursunuz. Her tandanın bitişi cortina müzikleriyle olur. Tanda bittiğinde, dansçılar birbirlerine teşekkür ederler ve erkek, kadını aldığı yere kadar götürür.

Milonga geceleri çok geç saatlere kadar sürer. Eğer gece boyunca dans ettiyseniz eve müthiş bir yorgunlukla varmış oluyorsunuz.

Tangoya dair anlatacak daha çok şey var tabii ama yazı uzadıkça uzuyor…

Ben yaklaşık bir buçuk yıldır tango yapıyorum. Fakat sadece işsiz kaldığım zamanlarda… İstanbul’da tekrar sahada çalışmaya başladığımda “Muhakkak tangoyu bırakmadan çalışmalıyım” diyordum.

Ofis İstiklal Caddesi’ndeydi, yani yine dans kurslarına birkaç adım kadar yakındım. Ama ofisten çıkıp elimde bilgisayarımla yorgun argın yürürken aklımdaki tek şey, röportajlarımın ‘time-code’larını yarın sabaha yetiştirmem gerektiği oluyordu.

Birkaç ay önce yaşadığım bir sağlık sorunu sebebiyle sahada çalışmaya tekrar ara vermek zorunda kaldım. Böylelikle yine tangoya dönüş yapmış oldum ?

 

Daha insani koşullarda gazetecilik ve tango yapacağız…

Yoğun iş temposu, kendimize zaman ayırmayı mümkün kılmıyor maalesef. Sadece hobiye zaman ayıramamaktan bahsetmiyorum. Yarış atı gibi koşturduğumuz bir iş temposunda okumaya da, araştırmaya da zaman kalmıyor. Hızlı tüketim, hızlı üretimi de zorunlu kılıyor. Çoğu kez röportaja yolda hazırlanarak gidiyorum.

Sürekli “hızlı olmak” zorundayız, yaptığımız her işte… Sermayedar medya patronlarının ilgilendiği şeyler değil elbette bunlar, ama insan haklarını odağına koyan alternatif medya da bunu yapıyor.

Evet, belki eşitsiz koşullarda yarıştığı diğer medya organlarıyla yarışa devam edebilmek, ayakta kalabilmek için bu gerekli ama mesleki anlamda gözardı edilen bir şey var: Araştırmacı gazetecilik anlayışı giderek yok oluyor.

Araştırmacı gazetecilik, bugün sadece bir medya organına bağlı kalmadan çalışan gazetecilerin yapabileceği bir iş hâline geldi.

Evet, özgür basın üzerinde ciddi baskılar, ağır ekonomik sıkıntılar var. Bunlar halledilmeden benim dediklerime sıra gelmeyecek. Fakat bu düzenin değişmesi gerek. Umut ediyorum ki değişecek. Daha insani koşullarda gazetecilik ve tango yapma, yaşama imkânımız olacak.

Bu yazı, 11 Nisan 2020 tarihinde Journo’da yayımlandı)
https://journo.com.tr/tango-dans-gazeteci-gunlukleri