Dünyanın Çivisi
Bu hafta İÇ SES’te bir hikaye paylaşmak istedim sizlerle…
Çocuk istismarına dair öyküler yazmaya çalıştığım kitabın içinden seçtiğim bir hikaye…
*****
Benim adım Yasemin…
Okula henüz başlayacak yaşım gelmemiş, öyle diyorlar. “Daha yaşını doldurmadı” diyorlar. Sokaklarda oynamak da güzel ama bir an önce şu doldurulması gereken neyse, dolsa da okula başlasam ben de diye bekliyorum. Çünkü okula başlarsam artık büyümüş olacağım. Ötedeki evde oturan Zübeyde teyzenin kızı Sümeyra abla kadar büyümek istiyorum. Sümeyra abla, kolalı dantel yakalığıyla, pileleri jilet gibi ütülenmiş siyah önlüğüyle, önlüğün üst cebinde daima tertemiz duran ucu işlemeli mendiliyle, kısacık bir telin dahi disiplinsizliğine imkan vermeyen sıkı sıkıya iki yana örülmüş kömür karası saçlarıyla benim yaşımdaki herkesin gıpta ile baktığı bir okulluydu çünkü… Herkes Sümeyra abla gibi olmak istiyordu. Ama Sümeyra abla kendi olmaya o kadar istekli değil gibiydi. Çünkü hep ağlıyordu, içine içine… Çoğu zaman okula geç kaldığı için koştur koştur gittiği okuldan ağlayarak geri geliyordu. Eve gitmeye çekindiği için de bizim evin duvarının dibinde bekliyordu. Beklerken ağlıyordu ama hiç sesi çıkmıyordu. Ağladığı al al olmuş yanaklarının ıslaklığından anlaşılıyordu. İçine içine ağlıyordu hep… Annem onu balkondan görünce üzgün mü kızgın mı anlamadığım bi ifadeyle “bak gene duvarın dibinde bu kız” diyordu. Ara ara balkona gidip geliyor, tesadüfen gözleri duvarın dibinde ağlayan Sümeyra ablaya değmiş gibi cıkcık’lıyordu. Eğilip yüzüne doğru bakıyor, yüzü ıslaksa “yine dayak yemiş” diyordu.
“Anne Sümeyra abla kimden dayak yemiş”
“Öğretmeninden… Öğretmen geç kalanları, ödev yapmayanları sevmez; dersine geç gidersen, ödevlerini yapmazsan öğretmen döver”
Okulda dayak yiyildiği fikri hoşuma gitmedi.
Allah da böyleydi! Namaz kılmayanları, oruç tutmayanları sevmiyordu. Dediklerini yapmazsak bizi ateşe atıyordu. Neyse ki öğretmen ateşe atmıyordu ama yine de kuralların tek taraflı belirlendiği bir antlaşma vardı ortada. Mecbur uyacağız. Hem zaten ben okulu severdim, yaramazlık etmez, derslerimi yapar, okula vaktinde giderdim. Hele bi başlasam…
“Anne peki öğretmen nasıl dövüyor Sümeyra ablayı?”
“Parmak uçlarını birleştiriyor böyle, sonra da cetvelle vuruyor”
Kim bilir ne acıyordur Sümeyra ablanın ince parmakları…
Sümeyra abla, ucu işlemeli o güzel mendilini neden kullanmıyorsun? Neden göz yaşlarını silmiyorsun mendilinle? Neden hep ağlıyorsun, neden bu kadar kederli ağlıyorsun Sümeyra abla? Neden bu mahalleyi, bu evleri ve okulu da sırtında taşıyorsun? Neden hep üşüyorsun? Neden ellerin hep kırmızı, parmakların da…Gözyaşların ne güzel Sümeyra abla. Kara kaşın-gözün, o ıslak kirpiklerin, kar beyazı yüzünde o kıpkırmızı dudakların ne güzel Sümeyra abla. Sen ne kadar güzelsin abla…
Sümeyra abla izlendiğinden habersiz, iki bina ötedeki evine rağmen gidecek yeri yokmuş gibi içine içine ağlayarak öylece dikiliyordu ayakta.
Annem bir iki daha balkona gidiyor-geliyor bu bekleyiş çok uzun sürünce balkondan sesleniyordu “Sümeyra kızım hadi bekleme orda üşüyeceksin, geç eve” Sümeyra abla her defasında bu sesle irkiliyor gizli saklı bir şey yapıyormuş da yakalanmış gibi utanarak seri hareketlerle gözlerini silip isteksiz bir iki adım atıyordu. O yürümeye başlayınca annem “noldu evdeki işler yüzünden mi geç kaldın yine” diyordu sorar gibi değil de bildiği bişeyi teyit eder gibi. Sümeyra abla dudaklarına zorla yerleştirdiği bir gülümseme taklidiyle kafasını kaldırmadan “hı hı” diyordu, mahçup mahçup ilerlerken…
Sümeyra abla evdeki işler neden hiç bitmiyor? Neden bu işleri hep sen yapmak zorundasın? Neden bu kadar çabuk büyüdün de abla oldun? Yoksa sen büyümeden mi abla oldun Sümeyra abla? Yoksa sen zaten doğduğundan beri abla mıydın? Öyle sahtecikten gülme Sümeyra abla, gülme öyle içim çok acıyor… Öyle utanma, öyle mahçup bakma! İçim parçalanıyor, kalbim patlıyor, öyle ağlama Sümeyra abla…
Sümeyra abla pek memnun değildi kendinden veya okuldan ama ben onun kadar güzel büyümek ve onun gibi okula gitmek istiyordum. Hem duvar dibinde beklemem gerekirse, bizim evin duvarı değil miydi geçer Sümeyra ablayla beklerdim. Ama şimdi daha var, daha dolmadı yaşım. Henüz sokaklarda oynuyorum. Bircan oynuyoruz, tombala oynuyoruz, ip atlıyoruz… Hep oynayacak bişey buluyor, sokağın tozunu dumanına katıyoruz. Evlerin camları-kapıları açıksa teyzeler bağırıyor “toz kaldırmayın yeter, gidin biraz da başka yerde oynayın” gidip biraz da başka yerde oynuyoruz ama evlerimizin kapısından çok uzaklaşınca bu defa da annelerimiz bağırıyor “gözümün önünden uzaklaşma kız zehraaa!”
Annelerimiz haklı. Evden uzaklaşınca başımıza bi hep iş geliyor. Düşüp dizimizi kanatıyoruz, kaşımızı-gözümüzü yarıyoruz. Taşlıklarda dikenlerin arasına düşüyoruz, dikenler elimize batıyor ömür boyu derimizin altında iz bırakarak.
Hep bi canımız yanıyor…
Mesela bi gün…
Bi gün…
Bi gün yine tozu dumana katmış, oyun oynuyoruz. Ben bi yerlere kaçışıyorum. Her halde “istop” oynuyoruz. Hani şu topu elinde tutan kişi bir renk söylüyor da herkes kaçışıp o rengi bulup dokunmaya çalışıyor ya, o rengi bulamayana da topla vuruyor ya, topu yiyen yanıyor ya işte o. Ben de o renk her ne ise, bulmak için kaçışırken oraya-buraya, bir adam “pişt” diyor. “Pişt, gelsene buraya, bu taşı bana versene” diyor. Oturmuş bir yükseltinin üstüne, eline ayakkabısının tekini almış, sanki ayakkabısından bi çivi, bi bişey çıkmış da onu taşla ezmek istiyormuş gibi. Çocuksak eşşek de değiliz ya, o taşla belli ki ayakkabısının tabanına vuracak, dışarıya çıkmış ve ayağını acıdan her ne ise o taşla onu ezecek sonra da rahatla ayakkabısını giyecek. Ben de uzandım gösterdiği taşa, alıp ona verdim. Taşı alıp aynen düşündüğüm gibi ayakkabısının topuklarına vurmaya başladı. Bi taraftan da beni lafa tutuyor.
“Baban nerde çalışıyor senin?”
“Şurda”
“Adı ne babanın?”
“Şu”
“Aa ben babanı tanıyorum, babanla aynı işte çalışıyoruz, eviniz nerde sizin”
“Şu”
Bi taraftan da gözüm oyunda, kim yandı, kim kaldı merak ediyorum ama babamın arkadaşıyla sohbet etmeden gitsem ayıp olacak diye düşünüyorum. Yani öyle düşünüyorum herhalde ki sohbeti bölüp koşmuyorum oyuna, çok istesem de. Babam da yok evde, mecbur ilgileneceğim arkadaşıyla…
“Babanı çok severim ben, gel bakim sen bi bana yardım et, şu ayakkabının çivisini çıkarayım” diyor yardıma ihtiyacı varmış gibi bi sesle. Gidiyorum ben de, babamın arkadaşı ya, yardım etmem lazım, ayıp olur sonra. Hem akşama anlatırım babama, “arkadaşını gördüm” derim, “ayakkabısındaki çiviyi çıkarmasına yardım ettim” derim. Babam da bana “aferin kızım” falan der, demez de azıcık güler gibi olur, ben o gülüşe teşebbüsü öyle sanırım… Gidiyorum adamın yanına “şuraya gidelim, burası kalabalık” diyor. Anlıyorum arkadaşlarımı kast ediyor, o da büyük ya şikayet ediyor kalabalıktan, gürültüden. Çocukları sevmiyor büyükler, anlıyorum. Arkadaşlarıma doğru bakıyorum, bağrış çağrış ordan oraya koşturuyor herkes. Haklı çok gürültü yapıyoruz. Gözüm arkadaşlarımda, arkama bakıyorum ama yine de gidiyorum “şuraya” dediği yere. Oraya gidince biraz daha gidelim istiyor, ta ki kimselerin olmadığı iki binanın arasında bir yere, uzunca bi aralık. Aynı katlı iki binanın boyasız gri duvarları sağlı-sollu uzanıyor, çok katlı değil ama bana çok uzun geliyor. Duvarlar da, aralık da, adam da…
Evden çok uzakta değiliz ama oyundan çok uzaktayız. Nihayet “burası iyi” deyip çöküyor duvarın dibine. Elime veriyor elindeki taşı, az önce benim ona verdiğim taşı, ayakkabının topuğunu gösteriyor “şuraya” diyor. Vuruyorum oraya, tam gösterdiği yere denk getirmeye çalışarak. Çivi falan da göremiyorum gerçi ama salak görünmemek için vurmaya devam ediyorum. Sonuçta koca adam, babamın arkadaşı, ondan iyi mi bileceğim. Vur diyorsa, vurmam gerekiyor. Ben taşı gösterdiği yere vurmaya çalışırken nefesi yaklaşıyor boynuma, enseme. Eğilip bişey diyecek kulağıma sanıyorum, kafamı kaldırıyorum kafası öyle yaklaşmış ki bana; gözleri, burnu, kulakları her şeyi kocaman kocaman görünüyor. Korkuyorum ama belli ettirmiyorum. Elimdeki taşla vurmaya devam ediyorum. Eli sırtımda geziniyor, sonra belime iniyor “beni sevmeye çalışıyor” herhalde diyorum. Babamın arkadaşı ya babamı seviyor ya, beni de sevmek istiyor, sevgi gösteriyor. Sonra eli daha hızlı geziniyor sırtımda, belimde, karnımda, bacaklarımda her yerimde. Çok sevmek istiyor, daha çok, daha hızlı. Onun elleri bende gezindikçe sendeliyorum, elimdeki taşı tam gösterdiği yere isabet ettiremiyorum. Sinirleniyorum doğru yere vuramadığım için, ama yine de devam ediyorum vurmaya. Yapamadığımı düşünmesin sonra. Ellerini külotlu çorabımın içine sokuyor, popomu okşuyor hızlı hızlı. Nefesi kulaklarımı ıslatıyor. Elleri acıtmaya başlıyor severken. Neremi acıttığını anlayamıyorum ama acıyor bi yerlerim. Biraz dayanıyorum önce, sıkıyorum kendimi, elimdeki taşı sıkıyorum. O da beni sıkıyor, tek eli yetiyor tüm bedenimi sıkmaya. Sonra elleri girdikçe bi yerlere, dayanamıyorum daha fazla ağlamaya başlıyorum. “Sus” diyor “sus” kulaklarımın taa içine ıslak ıslak.. Susuyorum biraz, içime ağlıyorum biraz da, Sümeyra abla gibi.
Sümeyra abla meğer ne zormuş içine içine ağlamak. Ne zormuş gözyaşların yanaklarından süzülürken hıçkırmadan durabilmek. Sümeyra abla senin de boğazında birikiyor mu nefesin, biriktikçe acıtıyor mu? Nefesini tuttukça boğazında taşlaşıyor mu? Yutkunmak ne zor geliyor Sümeyra abla…
Elleri, nasırlı-pürüzlü elleri yine çok yakınca canımı, dayanamıyorum yine ağlıyorum, bu defa biraz daha yüksek çıkıyor sesim herhalde, kızıyor “sus dedim sana sus” deyip bir tane patlatıyor sırtıma. Sonra ayakkabısını giyip hızlıca uzaklaşıyor ordan. “Çivi!” diyorum içimden, çivi ayağını acıtacak. Öylece kalıyorum orada, bi müddet ne yapacağımı bilmeden. Sonra elimdeki taşı atıp göz yaşlarımı siliyorum, kirli ellerimle… Birkaç adım atıyorum adamın gittiği yöne doğru. Arkasından bakıyorum; ceketi siyah, pantolonu, siyah, saçı siyah, sakalı siyah, yüzü siyah her şeyi simsiyah adama bakıyorum. Bir anda toz-duman içinde kalıyor sokak, evler, bahçeler ve adam…
Kirli-puslu bi toz bulutu döne döne içine alıyor adamı. O yaşlarda ne olduğunu bilsem “kasırga” diyeceğim “kasırga adamı içine aldı” diyeceğim. Bilmiyorum…
Büyüyünce öğreniyorum kasırgayı ve de adamın ayakkabının değil dünyanın çivisini çıkarmaya uğraştığını…
*****
Bu hikayenin kısa bir bölümü 11.11.2022 tarihinde Bianet.org’da yayımlanmıştır??