Bir mesajımız var!
Büyük küçük tüm markaların haftalar öncesinden hazırlandığı, reklam panolarında, bilbordlarda, afişlerde bas bas bağırdıkları; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, geldi çattı yine ve fakat her yıl olduğu gibi bu yıl da bu günün bir ‘alışveriş çılgınlığı’ günü olmadığını bu markalara ve topluma hatırlatmak yine biz kadınlara düşüyor. Bizler her yıl bu konudaki gerekli hassasiyeti göstermemize rağmen kapitalist çark böyle dönmeye devam ediyor maalesef. Bu sebeple bizler de, bu günün bir direniş günü olduğunu ve tam da kapitalizme karşı verilmiş bir mücadele günü olduğunu hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Haksız çalışma koşullarını protesto etmek için yanarak ölen 129 kadın işçi direnişçilerimizi anarak başlayalım dilerseniz.
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’NÜN TARİHÇESİ
1857 yılında, Amerika Birleşik Devretleri’nin New York kentinde bir dokuma fabrikasında, uzun iş günleri ve saatleri, düşük ücretler gibi ağır çalışma koşullarını protesto etmek için kadınlar ayaklandı ve grev kararı aldı. “Daha iyi çalışma koşulları, 10 saatlik iş günü, eşit işe eşit ücret” talebiyle başlayan grev Amerika gündemine bomba gibi düştü. Kadınların ayaklanmasıyla büyük bir işçi direnişi başlamış oldu. Giyim endüstrisi, New York’un o dönemlerde en çok istihdam eden sektörüydü. Fakat gelen ekonomik krizlerin faturası yine işçilere kesiliyordu. Kullanılan iğne-iplik, elektrik, oturulan sandalyelerin ücretleri işçilerin maaşlarından kesiliyordu. Zaten düşük olan maaşlardaki bu kesintiler yetmezmiş gibi çalışma saatleri uzadıkça uzuyor, haftalık çalışma saatleri 75 saat ve üzerini buluyordu. İşverenlerin, sendikalaşmaya karşı tutumları ise, sendikalı işçileri işlerine son vermek oluyordu. Bu insanlık dışı koşullara isyan ve başkaldırı kadınlarımızdan geldi. Bu direniş ruhu, işçilerin bazı haklar kazanmasına, belli şirketlerin işçilerin taleplerini kabul eden sözleşmelere imza atmasıyla sonuçlandı. Fakat Triangle Gömlek Firması sözleşmeyi imzalamayı red etti. Bazı kaynaklarda bu fabrikada sönmemiş bir izmaritten çıkan yangın sebebiyle 146 işçinin yanarak öldüğü belirtilse de, çoğu kaynaklarda; grev sırasında, polisin işçilere saldırması ve onları fabrikaya kilitlemesi sebebiyle, işçilerin çıkan yangından kaçamadıkları ve feci bir şekilde katledildikleri gerçeği gözler önüne serildi. Hayatını kaybedenlerin 129’u kadın ve bunların 48’i sendika üyesi. Katliam sonrasında, 80 bin kişilik bir cenaze yürüyüşü düzenlendi. Matem yürüyüşü protestoyla birleştirildi, yüzbinlerde işçi o gün, iş bırakarak protesto yürüyüşüne katıldı.
CLARA ZETKİN’DEN GELEN ÖNERİ
Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 1910 yılında II. Enrternasyonel’in, Danimarka’nın Kopenhag kentindeki toplantısında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını önerdi. Öneri oy birliğiyle kabul edildi ve Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1911’de anıldı.
Birleşmiş Milletler, tam 66 yıl sonra (16 Aralık/1977) 8 Mart’ı, Dünya Kadınlar Günü olarak kabul etti.
Türkiye’de ise, Kadınlar Günü ilk kez, 1921 yılında kutlandı. Fakat darbeler, baskıcı rejimler bu kutlamaları çeşitli dönemlerde yasaklamalarla gölgeledi. Direnişden vazgeçmeyen kadınlarımız sayesinde, nihayet 90’lı yıllarda bu kutlamalar tekrar ivme kazandı.
Özetle belirtmeye çalıştığımız gibi, ulvi bir direniş mücadelesiyle kazanılmış 8 Mart, kapitalist sistemin, indirim kampanyalarıyla süslediği mağazalardaki alışveriş günlerinden çok daha fazlası. Bu bilincin öncelikle kadınlarımızda oluşması ve yaygınlaşması gerektiğini belirterek sözü kadınlara bırakıyorum.
BİR SORUN BİR ÇÖZÜM
8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle; çeşitli yaş ve meslek gruplarından ve farklı şehirlerde yaşayan kadınlardan mesajlarını bize ulaştırmalarını rica ettik. Kadınlarımızdan gelen 8 Mart mesajları, medyanın alışılageldik mağduriyet dilinden soyutlanmış, kadınlarımızın tüm baskılara rağmen ne kadar güçlü oldukları ve imza attıkları başarıları konu alıyor. Bu çerçevede, kadınlarımız öz eleştiri mahiyetinde önce kendi yanlışlarını ve eksikliklerini, sonra da toplumdaki yanlış uygulamalar ve algılara dikkat çekiyorlar. Bu sorunlar dile getirilirken muhakkak bir çözüm önerisi de eklenilmesini rica ettik. Bu mesajların hepsi önemli sorunlara değiniyor ve dikkate değer çözüm önerileri içeriyor.
“MAĞDURİYET HİKAYELERİ DİNLEMEK İSTEMİYORUZ”
Maksude Ö. (36), Dekoratif El Sanatları alanında, ahşap boyama bölümünde 6 yıldır eğitmenlik yapıyor. Ve kendisinin “bir sorun, bir çözüm önerisi” sorusuna ilk reaksiyonu “kadınlarla ilgili mağduriyet hikayeleri dinlemek istemiyoruz artık” oldu. Medyanın kadın haberlerindeki çerçevelemeyi eleştiren eğitmenimiz, kadınların tüm bu baskılara ve engellere rağmen ne kadar başarılı olduklarına medyada yeterince yer verilmediğini belirterek sözlerine şöyle devam etti:
“Televizyonlarda, gazetelerde, internette kısacası medyanın her alanında kadınlarla ilgili cinayet ve şiddet haberleri duyuyoruz ve maalesef hayati bir soruna değinerek bir farkındalık yaratmaya çalıştığını düşünen medya, kullandığı eril dil sebebiyle sistemin ve toplumun yarattığı kadın eşitsizliğini beslemekten başka bir işe yaramıyor.
Haberleri izlerken ya da okurken, kullanılan dile ve haber çerçevelemesine lütfen dikkat edin.
‘Mini etekli bir kadın ölü olarak bulundu’ ‘boşanmak isteyen kadın, kocası tarafından öldürüldü’ ‘ayrılmak isteyen sevgili sokak ortasında dövüldü’ bu ve buna benzer bir sürü saçma sapan haberler var. Tüm bu haberlerde, haberin sunuluş biçiminde; şiddet gerekçelendiriliyor, meşrulaştırılıyor ya da özendiriliyor. Kadına ‘boşanmak istersen senin de başına bunlar gelecek’ mesajı verilmeye çalışılıyor. O yüzden ‘aman ha boşanmaya kalkma’ deniyor bir nevi. Bu haberleri izleyen kadınlarımız da tam da beklenilen şekilde başına geleceklerden korkup şiddete sessiz kalmayı yeğliyor. Ya da haberi izleyen erkeğe alt metinde bir gerekçelendirme verilerek haklı olduğu hissiyatı uyandırıyor. Erkek ‘dövdüm çünkü, boşanmak istedi’ ‘öldürdüm çünkü namusumu temizledim’ diyebiliyor kameralara karşı hiç tereddüt etmeden.
‘Kadın sürücü kaza yaptı’ başlığıyla verilen bir haberde sormak lazım, erkek sürücü kaza yaparken ‘erkek sürücü kaza yaptı’ diyerek cinsiyet belirtiliyor mu? Belirtilmiyor ama kadın sürücü diye belirtilirken ‘kadınlar iyi araba kullanamıyor’ gibi yanlış bir algı üretiyorlar. Ve ne yazık ki bir çok kadın, bu çirkin düzeni değiştirmek yerine besliyor. Bunu bazen eğitimsizliğimiz ve bilinçsiz bir toplum oluşumuzla ilişkilendiriyor, bazen de eğitimli ve toplumda kanaat önderi sayılan belli kişilerin bu hataya düştüğünü görünce bocalıyor ve sorunun sadece eğitimisizlik olmadığını görüyorum. Buna en güzel örnek Hülya Avşar’ın denk geldiğim bir programı olacak sanırım. Oyuncu Mehmet Aslantuğ’u konuk aldığı programında sohbet sırasında kadınlardan konuşuluyor ve Hülya Avşar alenen ‘kadın evinde oturmalı, çocuk yapmalı, evinin kadını olmalı’ gibi çok talihsiz açıklamalar yapıyor. Bu söylemler; sistemin eril dilini, kadını kamusal alandan uzaklaştıran, özel alana ‘eve’ hapseden dili besliyor. Halka mal olmuş bir sanatçının bu dili beslemesi çok utanç verici, neyseki Mehmet Aslantuğ bilinçli bir birey olarak, kadının toplumsal gelişimde ve üretimde ne kadar hayati bir rol oynadığını belirterek, şu sözlerle Hülya Avşar’a uygun bir cevap veriyor:
“Hiçbir kadın geleceğini bir adamın vicdanına, değerine, sevgisine ve günün sonunda aklının karışmasına bırakmamalıdır”
Zihniyet çok önemli, bilinç çok önemli.
Evet zor bir toplumda yaşıyoruz maalesef, bu bir gerçek. Mücadele etmek yerine “kadercilik” anlayışıyla kadınlar kendilerine sunulan yaşama mahkum ediliyor. Ortadoğulu olmak biraz da böyle bir şey herhalde”
“ZAMAN KAYBETTİK”
Konuşacak tabi ki çok şey var. Çok hassas bir konu ve çözüm noktasında yapılan yanlışlar çok fazla. Kadınları anlamak yine biz kadınlara düşüyor. Bizler çok uzun zamandan beri bu sorunların kaynağından, yani erkekten çözüm bekledik. Öyle ya sorun onlardan kaynaklanıyorsa, çözüm de sadece onlardan gelmeli diye düşündük. Fakat bu düşünce bize bu mücadelede çok zaman kaybettirdi. 0ysa kaybedecek zamanımız yok, topyekün ve tez elden farkında olmamız gereken bir gerçek var. Çözüm, kadının ta kendisidir. Kaybedecek zaman bu sorunların bir sonraki kuşağa daha aktarılması demektir.
Her bir kadın, şunu hatırlamalı; bir erkeği de en nihayetinde bir kadın doğuruyor ve yetiştiriyor. O erkeği, bireyi nasıl yetiştirdiğine bakmalı? “Oğlum, erkek-kadın eşittir. Aman hiç bir kadını incitme-üzme” demekle bilinçli bir erkek evlat yetiştirilmiyor. Sorumluluklarımız bundan çok daha fazlası…
Burada, kökleri çok derinde olan bu toplumsal meselenin, ağır yükünü ataerkil toplum yapısını besleyen “erkek egemen” yönetimlerden alıp kadınların üzerine yıkmak değil niyetim. Ancak kadınlarımıza çok görev düşüyor. Kadınlarımız sorunların ana çözüm kaynağının kendileri olduğunu anlamalı ve çevresine bu bilinci aktarmalı”
SEN İSTERSEN HAYAT DURUR!
Bir yayınevinde, editör olarak çalıştığı dönemlerde yaşadığı sorunlara değinen Neslihan S. (25), meslek hayatında uygulanan mobbinge dikkat çekerek şunları ifade etti:
“Öncelikle meslek hayatında çokça kez fark ettiğim bir şeyi söylemek istiyorum: Bir erkek var ofiste, çalıştığın odada, karşı masanda. Bu erkek senin patronun veya çalışma arkadaşın ama baştan aşağı erkeklikle donatılmış. Sana mobbing uygulamaktan çekinmiyor. Çünkü yaptığını bir saldırı olarak nitelendirmiyor. Yaptığın işi küçümsüyor, konumunu kullanıyor, alttan alta ya da bazen direkt iğneleyici sözler kullanıyor.
Bunların hepsi mobbing dediğimiz şey, yani yıldırma amaçlı ‘evet sen daha iyi biliyorsun’ dedirtme niteliği taşıyor çoğu. Ve biz kadınlar işi bilsek de bilmesek de karşımızda bir erkek olunca ‘işi ona bırakma’ temelinde ilerliyoruz. Bu bir güç savaşı ve alaşağı eden kazanıyor. Çoğu kadın karşı koymuyor ve işini her ne kadar iyi yaparsa yapsın bu ‘erkek güçten’ çekiniyor. Bu büyük bir sorun, varolduğumuz alanlar zaten kısıtlıyken, onlardan da soyutlanıyoruz. Çözüm ise çok net; emeğimizin bu şekilde değersizleştirilmesine sessiz kalmamalıyız. Çünkü, sesimiz kısılırsa, nefes almamız da zorlaşıcak, hava sahamız daralacak. Erkeklerin olduğu alanlarda direncimizi göstererek ‘ben yapabiliyorum, ben başarabiliyorum’ demek ve karşımızdakilerin bizi etkisiz kılmasına boyun eğmemek gerekiyor. Şu sıralar kadın cephesinden ‘sen istersen’ ile başlayan sloganlar duyuyorum. Bunların arasında en çok sevdiğim: sen istersen hayat durur. Demem o ki kadınlar çok güzel işler başarıyor. Hakkımızı, kendimizi, bir kadın olarak varlığımızı savunmalıyız. Çünkü biz varız ve tam da buradayız”
KADIN MÜHENDİS Mİ OLUR?
Asıl mesleği maden mühendisi olan Ela Senem K. (34), meslek alanı erkekler tarafından işgal edildiği için kafe işletiyor. Kadınları, yoğun tempo ve rekabet gerektiren alanlardan uzak tutmaya çalıştıklarını belirten Ela Senem, kadınlara ikincil statülerin atfedilmesinin nedenini şöyle açıklıyor:
“Kadının biyolojik yapısı gereği, her ay değişen hormonal yapısı sebebiyle, rasyonel düşünemediği algısı var. Kadın denilince ‘naif, yumuşak, duygusal’ gibi kişilik özellikleri yapıştırılıyor hemen, bunlar genellikle iş alanlarında dezavantajmış gibi görünse de bana kalırsa birincisi dezavantaj değil, avantaj getiren yönlerdir. Önemli olan bunların nasıl kullanıldığıdır. İkincisi de bu karekteristik özellikler kadın ya da erkek herhangi bir bireyde olabilir ya da olmayabilir. Aynı şekilde kadın çocuk doğurduğu İçin, merhametli olan, dolayısıyla sert olamayacak olan ve iş hayatındaki zorluklara güç yetiremeyecek olan kişi gibi görülüyor. Bu sebeple de devlet yönetimi ya da iş yönetimi gibi birincil statülerde kadına yer verilmiyor.
Ela Senem, maden mühendisi olarak çalıştığı şirkette tek kadın çalışan olmanın zorluklarını şöyle anlattı:
“Ben aslında maden mühendisiyim ama uygulanan psikolojik mobbing, işin kendi yükünden daha ağır geldi. ‘Kadından mühendis mi olurmuş’ algısı yüzünden, koca şirkette tek bir kadındım. Ve böyle bi ortamda çalışırken, rahat edebilmek için, kadın bedeninize erkek kimliği yüklemek zorunda kalıyorsunuz ya da giyim kuşamınızdan yürümenize, yemenize-içmenize kadar her şeye dikkat etmenizi gerektiren bir gerginlik haliyle çalışıyorsunuz sürekli.
Çalıştığınız alan zaten ağırken bir de bunlara gereksiz bir efor sarfetme, oldukça yorucu ve tüketici oluyor. Zaten şu giyim mevzusu kadın için her iş alanında büyük mesele. Bazı şirketler kadın çalışanlarından bakımlı olmak adı altında; aşırı makyaj ve iş becerisinden çok, bedenini ön plana çıkaracak tarzda giyinmesini istiyor. Bunu istemesinin nedeni çok açık; kadın bedenini teşir ederek dikkat çekmek. Bu şekilde baktığı için de işe alırken, mesleki yetenekleri ve yeterliliklerine bakılmaksızın onlar tarafından tabir edilen ‘manken gibi’ kadınları işe alıyorlar. Bir çok kadın maalesef bu durumu sorgulamıyor bile, gün boyunca o topuklu ayakkabıların içinde acı çekerken bunu yaptığı işin mecburi bir parçası olarak görüyor. Kadınlarımızın iş alanlarında haklarını savunarak bedenleri üzerinde bir başkasının, bu iş vereni dahi olsa hakkının olmadığını bilmesi gerekiyor”
TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMINI NE KADAR BİLİYORUZ?
8 aylık hamile olan Tuğba K. (25) kozmetik sektöründe yönetici olarak çalışıyor. Yakın zamanda bir kız çocuğu dünyaya getirmeye hazırlanırken bunun hem heyecanını hem de endişesini nasıl beraber taşıdığını şöyle anlattı:
“Anne olmak, bir kadın olarak yaşadığımız tüm tecrübelerin ötesinde sanırım. En azından benim için öyle. Çok yüce bir şey ama aynı zamanda çok da zor. Elinize oyun hamuru alıp bir bebek yapmaya benzemiyor muhakkak ki. Bir birey büyütüyor, yetiştiriyor, topluma kazandırıyorsunuz. Ve öyle bir hassasiyet gerekli ki küçük bir fısıltı bile dünyasında derin bir yer açabiliyor. Bir de kız çocuğu olması tüm endişelerinizi ikiye katlıyor.
Bu ülke kız çocukları için çok zor bir coğrafya maalesef. Doğar doğmaz kendi bedenine endekslenmiş ahlak, ayıp, günah kavramlarıyla donatılıyor. Her işini ‘adam gibi’ yapması ‘evinin kadını’ olması bekleniyor. Yüksek sesle konuşmaması, kahkaha atmaması, mümkünse dikkat çekmeden nefes alması bekleniyor. Maazallah dikkat çeken bir güzelliğe sahipse, erkeklerin iğrenç bakışlarına maruz kalarak, güzelliğinden utanması bekleniyor. Aman ha tacize veya bir saldırıya uğrarsa ‘muhakkak giydiği kıyafet yüzünden bu onun başına gelmiştir’ in yarası ve ağır yüküyle yaşanması isteniyor.
Biyolojik cinsiyetin yanısıra ‘toplumsal cinsiyet’ diye bir şey var. Bu ve benzeri coğrafyalarda kadınlarımız, toplum tarafından yaratılan bu toplumsal cinsiyetin bedelini ödüyor. Ve fakat bu kadar hayati bir öneme sahip olan bu kavram ve sebep olduğu sorunlar yeterince bilinmiyor. Kadınlarımızın bu konularda daha çok araştırması ve okuması gerekiyor. Hele ki çocuk yetiştiren kadınlarımız…
Düşünsenize kız çocukları ‘prensesim, çiçeğim, böceğim’ diye sevilirken; erkek çocuklar daha gücü ön plana çıkaran ‘koçum, aslanım’ gibi sözlerle seviliyor. Yani bizler minik bebeklerimizi severken bile kullandığımız kelimelerle ‘sen kız çocuğusun ve dolayısıyla zayıfsın, naifsin, güçsüzsün’ demiş oluyoruz.
Henüz bebekken kız çocuklarına pembe renkli kıyafetler giydiriliyor, erkek bebeklere de mavi ya da kız çocukları bebeklerle oynuyor, erkek çocuklar silahlarla, arabalarla…
Yani toplumsal olarak, kültürel olarak bir kimlik şekilleniyor, toplum tarafından kadın ve erkek olmanın ‘gereklilikleri’ inşa ediliyor. İşte bu da ‘toplumsal cinsiyet’ oluyor. Yani bizler kadın veya erkek olarak nasıl davranmamız gerektiğini sonradan öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz toplum bunu belirliyor.
GÜNEY DOĞU ASYA’DAN BİR MESAJ VAR
Bir gezgin olan Selin, Kadınlar Günü mesajını bize Endonezya’dan Malezya’ya doğru uçurken yazıyor:
“Merhaba ülkemin güzel kadınları, öncelikle hepimizin Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. Ben Selin. 2017 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra daha çok keşfetmek, daha çok bilmek ve bambaşka hayatlar tanımak adına yollara düştüm. Türkiye’nin batısında doğduğum için ülkemizin diğer kesimlerine göre şanslı sayılan kadınlardan biriyim. Ama üniversite mezuniyetim sonrası toplumun bize dayattığı iş bul-evlen-çoçuk yap kalıplarını kırdığım için, bu evrede kendi şansımı kendim yarattığımı düşünüyorum.
Yaklaşık 2 yıl önce bugün bir yıllığına tek başıma dünyanın öbür ucuna çalışmaya ve gezmeye gideceğimi söylemiştim çevremdekilere. Tepkiler tahmin edeceğiniz üzere pek iç açıcı değildi. Yani tabii ki destekleyenler de vardı ama akıllardaki soru ‘kadın başıma orada ne yapacağım?’dı. Hiç sevmediğim bu kadın başıma kelimesi her seferinde karşıma çıkmaya devam ediyordu.
Beni olduğumdan daha kırılgan ve naifmişim gibi gösteren o saçma kelime. O günlerde daha çok hissetmeye başlamıştım toplumun üzerimizdeki baskısını, klasik kalıplar dışında hareket etmeye cesaret eden kadınların cesaretini, nasıl kırdığını…
Ama bende işe yaramamıştı hatta daha da heveslendirmişti beni. 3 ay kalıp dönersin, yapamazsın diyenlere haksız olduklarını göstermek istiyordum ve yaptım. Yalnız bir yıl boyunca Yeni Zelanda’da tek başıma o şehirden bu şehire göçebe hayat sürüp çalışmakla kalmayıp hayalim olan Güney Doğu Asya turunu da gerçekleştirdim/gerçekleştiyorum. Bu yazıyı Endonezya’dan kalkıp Malezya’ya inecek olan uçaktan yazarken ülkemin kadınlarından tek isteğim toplumun size dayattıklarına boyun eğmeyin ve cesaretinizi kırmalarına izin vermeyin.
Türkiye’de kadın olmak zor ama yalnız değilsiniz yeter ki içinizdeki gücün farkında olun. İstediğin gibi olma/yaşama özgürlüğünden daha değerli hiç bi şey yok bu Dünya’da.
Hepinizi kucaklıyorum
Yollarda karşılaşmak dileğiyle…”
ÇOCUK DA KARİYER DE YAPAMAM!
Bilgisayar, usta öğreticiliği yapan Songül Ö. (34) iki çocuk annesi. Hem iş kadını hem de ev kadını olmanın zorluklarından bahsederken, evle birlikte işte başarılı olmayı direten zihniyete dikkat çekerek şunları söyledi:
“Evli bir kadın olmak direkt olarak, ev kadını olmaya endeksleniyor. Bi kere ‘ev kadınlığı’ kavramını uzun uzun tartışmak lazım. Evdeki tüm iş yükü bu kavram sebebiyle kadına yıkılıyor. Kadın çamaşıra, bulaşığa, temizliğe, çocukların bakımına, okuluna her şeye koşsun, yetişsin. Yetmezmiş gibi iyi de yemek yapabilsin, ha bir de mümkünse bakımlı olsun ‘erkeğini’ hoş tutsun. Oldu canım. Programlanmış bir robot olsa hata verir bu yoğun tempoya. Evdeki muharebe yetmezmiş gibi, bir de işe koşturuyorsa vay haline. Zaten şu ev işleri çok basite indirgendiği için, alışılageldik bir durummuş gibi görülüyor ve kadının yapması gerektiği düşünüldüğü için, bu yük konuşulmaya ya da tartışılmaya değer görülmüyor bile. Erkek ev işlerinde kadına ancak ‘yardım’ ediyor oluyor. Kadının görevi ya bunlar, erkek de lütfedip yardım ediyor. O yardım konusu da ayrı bir tartışma konusu tabi.
Evli kadınlarımızda çoğu zaman şöyle bir refleks oluşuyor; hem evde hem de işte başarılı olacak kadar güçlü olmalıyım…
Bazen çevremdeki kadınlardan ‘yıllardır çalışıyorum, eşimle ve çocuklarımla ilgilenmeyi de, kariyer yapmayı da ihmal etmedim. Her ikisini de dengeli bir şekilde götürdüm, hiçbir sorun yaşamadım’ gibi konuşmalar duyuyorum. Onlara şunu söylemek istiyorum; hayır efendim sen her ikisini de mükemmel bir şekilde götürecek güçte falan değilsin, olmak zorunda hiç değilsin. Fakat sen kendini buna programlanmış bir robot gibi gördüğün için bunu yapmak zorunda hissediyorsun, yapıyorsun da ve bundan övünüyorsun. Halbuki kendilerini nasıl tükettiklerini, hırpaladıklarını, yok ettiklerini farketmiyorlar…
Maalesef izledikleri dizilerde-filmlerde yaratılan ‘stereotipler’ kadınlara öyle olması gerektiğini düşündürüyor. Nedir o stereotipler; kadın hem işte başarılıdır, hem evde. Çok güzeldir, çok alımlıdır, çok fittir. Güzel giyinir, her daim bakımlıdır. Güzel yemekler yapar, kocasını mutlu eder, çocuklarıyla ilgilidir vs…kadın tüm bunların toplamı olmak zorunda hissediyor, ancak bunları başarabildiğinde takdir görecek diye düşünüyor”
ACIYI BAL EYLEMEK
Dikkat çekmek istediğim bir başka konu da şu: acılarımızdan bahsetmeyi, yakınmayı eyvahlanmayı çok seviyoruz. Hep sorunlarımızdan konuşalım, ne kadar mağdur olduğumuzdan dem vuralım istiyoruz. Kadınlar bir araya geldiğinde hep bunlardan konuşuyorlar. İnanılmaz sıkıcı ve köreltici muhabbetler bence. Biz bunlardan konuşursak, bu sorunların çözümlerini kim konuşacak. Şikayet etmek, acıyı bal eylemek yerine artık harekete geçmemiz ve bu durumu değiştirmemiz gerekmiyor mu? Tamam sorunlarımız var, sıraya koysak Türkiye’nin bir ucundan diğerine yol olur. Fakat bunların çözümlerine kafa yormazsak, çözümler üretmezsek, sürekli şikayet edersek, başarılı olacağımıza önce kendimiz inanmazsak, bu sorunlar katlanarak büyümeye devam edecektir.
Değişime inanarak, önce kendimizden, kendi hayatımızdan başlamalıyız. Çocukluğumuzdan beri maruz kaldığımız ve üzerimize yapıştırılmaya çalışılan “güçşüzlük etiketi’nden kurtulmamız gerekiyor. Zor olabilir ama asla imkansız değil. Bi laf vardır bilirsiniz ‘birine kırk kere deli dersen deli olur’ derler. Bize yıllardır 40 binlerce kere ‘güçsüzsün, zayıfsın, yapamazsın’ dediler. Ama buna rağmen öyle olmadık, güçsüz de değiliz zayıf da değiliz. Tüm bu baskılara rağmen öyle olmadıysak tam da bu bizim mucizevi gücümüzü göstermiyor mu?
(Bu yazının kısa versiyonu, 4 Nisan 2020 tarihinde 24 Saat Gazetesi’nde yayımlandı)